12 Eylül 2011 Pazartesi

10, 9, 8



Yükseliyormuş, duvar, yükseltiyorlarmış. Sesleri duyuyor musunuz? Bakın yine… Bu çığlık… sanki… bilemiyorum… Umarım ciğerlerin parçalanır orospu sus artık! Bağırmayı bırak. Lütfen, yalvarıyorum -sessiz ol-

Çok büyük bir felaket içinden çıktık. Detayları hatırlamıyorum. Televizyon unutmamızı istemiyordu. Kusan kadınlar, çocuklar, eriyen süzülen insan görüntüleri, durup dururken yere düşen insanlar. Kötü bir gündü. Kaçarken yerde yatan insanların üzerine basanlar, birbirini çekip düşürmeye çalışanlar.Görüntüler onlara bakıyordum (Antidepresan kafamla ve tabi antidepresan gözlerimle, ekrandan onların gözlerini görebiliyordum, daha önce hiç göz görmemiş mi?)

Antidepresanlar avuç avuç… Doktor "Onların gözlerine bak ne kadar mutlu olduklarını gör ve bunu bir düşün” diyordu. (Virüslü olsaydım kaçmazdım, sonra duvarlar, orda kalanlar, duvarların arksında kalanlar)

Bir günde yaptılar kocaman yüksek kalın beyaz duvarı. Bazen gece boyunca susmuyorlar. Sabahın erken saatlerine doğru sesleri biraz azalıyor ama ertesi gün yine… Ordan bağırıp duruyorlar. Ben ilk zamanlar duvarları yapmaya başladıkları ilk zamanlar arka tarafa gidip gizlice onlara ekmek atıyordum sesleri kesilsin diye ve bazen bir kaç şişe su. Fakat sustular mı? Hayır. Hatta daha fazla bağırmaya daha fazla çığlık atmaya başladılar. Bende bıraktım.

“Açım, biz burda çok açız lütfen” “Biz…” (Bunu söylemelimiyim) ”Biz burda çok açız ve başka çaremiz yok” (Söyleyemem, söyle) ”Biz birbirimizi yiyoruz orospu çocukları” ” Biz açıklıktan birbirimizi yiyoruz” (Arkada kaç kişi var?)

Duvarları yükselttiler sonra biraz daha… Açıklamalar ardı ardına geliyordu. “Duvar gerekliydi” ” Duvar bizi kurtardı artık hastalık yayılmayacak” Hepimiz derin bir oh çektik.

Hastanedeydim, insanlar durmadan konuşuyorlardı. ” Büyük felaket…” ” Hastalık yayılıyor” Hastanedeydim çünkü depresyondaydım. (Bağırmak istedim depresyon yayılıyor, depresyonum yayılıyor!)

Sevgilim… O gitti… (Çok acı… daha acı verici bir şey düşünemiyorum) Hayır hayır o gitti… Gitti… ( Derin derin nefes al, burnundan al ağzından ver, saymaya başla, nefes almaya devam et nefes al 10…9…8…7.. iyiyim, çok iyiyim, iyi biriyim 6…5…4…3…2…1.) O gitti…

Hastalık… Televizyon… ” Bugün 7 kişi öldü” . Olabilir dedim içimden olabilir insanlar ölebilir doğanın dengesi bu. Ama insanlar birbirini terk edemez… Eder… Ama birden bire edemez. (Siz ölüyor olabilirsiniz ama sevgilim de beni terk etti) İçim o kadar acıyordu ki… İçim… Günler geçiyordu yada geçtiğini söylüyorlardı ve insanlar ölüyordu. “Size de bulaşabilir” dedi TV. Sorular soruyorlardı. ” Bence orası bir an önce temizlenmeli” ” Bence hasta olanlar bir yere toplanmalı” Herkesin bir bencesi vardı.

İmza kampanyaları. Ben de imzaladım (Virüs kapanların kendi kaderleriyle baş başa kalmalarını onaylıyorum. Altına en güzel imzamı attım). Umurumda değil… Umurumda değil… ( Ben kendi kaderimle baş başa bırakıldım, hiçbir şey olmuyor yaşamaya devam ediyorsun)

Tek hatırladığım… “Biz burda çok açız ve başka çaremiz yok” Bir günde yaptılar. Bunu hatırlıyorum. Bu bir başarı hikayesi. Hastalığın daha fazla yayılmaması için düşünülen önlem çerçevesinde duvarların yapılmasına karar verildi. Duvarların yapımına bugün başlandı ve duvarlar bugün tamamlandı.Harika haber… Hasta olanlar duvarların arkasında kalacak. Hepsi orda…. Gerekli yardım yapılacak TV öyle söyledi.

Sevgilim… Onun için endişelenmiştim ya hastalığı kaparsa diye. (Keşke hasta olsaydı) Hasta olsaydı onu görmeye gidebilirdim, elini tutardım, bana ne kadar üzgün olduğunu söylerdi ve biz yeniden birbirimizi çok severdik. (Keşke hasta olsa)

TV duvarı unuttu, arkadakileri unuttu. Ben hala onları duyuyorum. Evim işkence bahçesi. Belki taşınırım… Ses… Sadece ses.Onların o korkunç sesi… Duvarları yükseltiyorlarmış. ( Seslerini kesseler daha iyi olur)

Ben kötü biri değilim (Hayır hayır o gitti…o gitti… Derin derin nefes al burnundan al ağzından ver, saymaya başla, nefes al 10…9…8…7… nefesalmaya devam et 6…5…4…3…2…1

İyiyim, ben çok iyiyim, ben iyi biriyim. ( O gitti…) Sadece… sadece uyuyamıyorum.

Hayat ve Kötü Oyuncular

Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar depreminden yeni çıktım, sağ kurtulabildiğimi iddia etmeyeceğim. Aklıma, ruhuma rengini çaldı Hikmet, artık yakamı bırakmaz. Kitabın sonlarına doğru daha yeni alışmıştım ona ve su gibi akıyordu sayfalar.

İçimde en çok yer eden kısmı Hikmet'in Hüsamettin Albay'la yaptığı konuşmaları Sevgi'nin evinde bir küçük kalabalığa anlatış bölümü.

'Oyunlar,' dedi, 'Oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynamayan oyunlardır.' Neden gerçeklerden kaçtığımı ben de böylece anlamıştım.

Bana düşen ya da kendimin gönüllü olduğu rollerden hiçbirini doğru düzgün oynayamamış kötü bir oyuncu olduğumdan o "bazı güçlükler" tanımlaması bir açıklama getirdi sanki çarpık varlığıma. Eğer prova yapma şansım olsaydı, bir tiyatro hocası tutmuş olsaydım ya da biraz sonra yaşanacakların metni elime verilseydi ben de kendimi daha iyi oynayabilirdim belki :)

10 Eylül 2011 Cumartesi

6 Eylül 2011 Salı

Ters Dut

Bir kız tanırdım eskiden, sürekli hayal kurardı. Kış olunca yazın, yaz olunca karın hayaliyle otururdu pencere önünde. Şımarıklığını hoş görebilirseniz, güzel hayalleri olduğunu da fark ederdiniz. Çocukların ve kedilerin mutlu olduğu dünyalar yaratabilirdi örneğin ya da bir denizi 1000 farklı şekilde resmedebilirdi. Hayatın kendine göz kırptığı zamanlarda, hayallerinden biri mutlaka gerçeğe dönüşürdü. Belki o yüzden hayallerini gerçeklerden daha çok önemserdi.

Ama bir sorunu vardı hayalci kızın, ne zaman hayallerine sevdiklerini dahil etse en kötüsü olurdu. Hiç deniz görmemiş annesini sahile götürmeyi hayal ettiğinde tsunami, hiç yükseğe çıkmamış sevgilisini gökdelene çıkarmayı hayal ettiğinde deprem olurdu, böylece hayalleri hep başına yıkılırdı.

Tanıştığımızda tahta bir banka kafası üstüne oturmuş sevdikleri için tersten hayaller kurmayı deniyordu. Belki hayat tam o sırada göz kırptığından ya da bu şımarık kıza bir ders vermeye karar verdiğinden olacak, bir ağaca dönüştü gözlerimin önünde; ters duta. Aynı hayalleri gibi meyvesi içinde kalmıştı. Meyvesini yemek için eğilip dalları arasına girmek gerekince fısıldadı bana, “hayallerini paylaşmayan insanları kendine katamazsın." Umursamadım elbette, ne de olsa karşımdaki sadece bir ters duttu.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Sanat, Kadın, Erotizm

Rh+ Art Magazine'in bu yaz özel sayısında konu sanat ve erotizm (Sayı 82). Ressam Canan Beykal'ın kurduğu bağlantıları çok sevdim. Cinselliğin biyolojik ve sosyal bağlantılarına dokundurarak erkeğin amaca ulaşma azmi, kadının bu amacı araç haline getirme isteğinin sonucunda doğar diyor erotizm. Dolayısıyla ortaya cinselliği erotik hale getiren kadındır önermesini atıyor. Sosyal ve kültürel varlıklar olduğumuzdan, biyolojik varlığımızın belirleyiciliği her zamanki gibi tartışma konusu, ama erkeğin cinselliğindeki yalınlık ve kadının cinselliğindeki karmaşıklık düşünüldüğünde indirgemeci gelmiyor bu önerme. Kadın kendi cinselliğini keşfe çıkma özgürlüğüne ve cesaretine sahipse, yaşayacağı cinselliğin erotizmden bağımsız olması mümkün gelmiyor bana. Kadın orgazmı üzerine bir psikoloji hocamızın tahtaya çizdiği 'heyecan' çizelgesini hatırlıyorum da orgazmın giderek artan ve sonrasında azalan basit bir grafik değil, iniş çıkışlarla ve en tepe noktanın başka tepe noktalarına bağlanışı ile devam eden o karmaşık grafik tekdüze bir çiftleşmeyi göstermiyor.

Canan Beykal'ın yazısından devam edersek, Octavia Paz'ın "Çifte Alev" adlı eserinden yola çıkıp aşk ve erotizm ilişkisine geçiyor. "Paz da zaten cinselliğin sönük ateşinden erotizmin yalım yalım ve sonra aşkın o uçuran, göksel mavi alevine bir sıralamadan dem vurur." Aşk ve erotizmin güzellikle (güzel olana yönelme) ilişkisinden yola çıkıp Lacan'dan çok güzel bir alıntı yapıyor. "...Lacan gözün sadece bir duyu organı değil, bir haz organı olduğunu söylerken haklıydı. Eros'un yansısı göz bu nedenle sadece güzel biçimi görmez, ondan haz duyar." Haz ve görme arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalar da mevcut. Gözün süreklilik arz eden çizgilerden ve beklenmedik şekilde sürpriz yaratan hareketliliklerden kaynaklı beynin haz noktalarını uyardığını biliyoruz. Bir başka hocamızın bu nedenle insana güzel gelen insanların yüzlerinin simetrik olmayışından bahsettiğini hatırlıyorum. Göz her ne kadar süreklilik istese de belli ölçüler dahilinde şaşırmak istiyordu. Bu nedenle kadın bedeninin kıvrımlı çizgilerinin göze haz vermesinin ve dolayısıyla erotizmin ana objesi olmasının, biyolojik temellerden öte (cinsel çağrışımlar ya da türün devamının aracı) sebepleri olduğu kesin. Ki kadın bedeninin erkek egemen toplumda metalaşmasına, yani sosyal-kültürel sebeplere bulaşmadan sadece bilişsel (cognitive) düzeyde bile kadın bedenin erotizmle ilişkisi rahatlıkla kurulabiliyor böylece.

Ve Canan Beykal son olarak Battaille'ın erotizm üzerine değerlendirmelerine bağlayıp, erotizmin ölüm bilincine (fani olduğunu bilmek) sahip insanoğlunun yaşamı olumlama hali olduğuna getiriyor. Bu bağlantıyı temel araştırma konuları ölüm bilinci olan terror management teorisyenleri nasıl değerlendirirlerdi acaba diye düşünmeden edemedim? Ölümlülüğü kendilerine hatırlatılan (ölümle ilişkili düşüncelerin hazır hale getirildiği) düzenlemelerin ardından insanların cinsel ilişkileri gözlemlenseydi, erotizmin bu tür bir koşulda yoğun şekilde yaşanacağı şüphe götürmez. Dolayısıyla erotizm ve ölüm arasındaki ilişkinin ne kadar güçlü olduğunu görmüş olurduk. Ama acaba bu ilişki kadın ve erkekte farklı mıdır, sorgulamak lazım.

Yazıyı Girl on the Bridge adlı filmin muhteşem bir sahnesiyle bitirmek istiyorum

19 Ağustos 2011 Cuma

Signs

Sevecen, romantik bi kısa film.. Berilcim iyi ki izlettin..



18 Ağustos 2011 Perşembe

Metroda Şarkı Söylemek ve Metro Cazcıları

Bizim memlekette yazısız kuralların bireysel farklılıklara açık bir üstünlüğü olduğundan delikanlılıktan entelektüelliğe, marjinal gençlikten sanatçılara kadar hemen herkesin pek dışına çıkamadığı kimi düsturlar vardır. Hatta en garip olanı anarşist grupların içinde büyüyen kurallar silsilesi bence. Sokakta nasıl yürüyeceğinizden hangi içkiyi içmeniz gerektiğine, hangi renk tişörtü giyip hangi marka sigarayı içeceğinize sayısız detay vardır.

Doğaçlamaya pek açık olmayan bu hayat denemelerinin içinde en büyük kaybı sanat yaşıyor kanımca. Kuralları yıkamayan sanat, sanat olmakta zorlanıyor. Belki sanatın küçük bir çevreye hapsolmasında, toplumdan yalıtılmış kalmasında bunun da bir katkısı vardır. E bir sokak tiyatrosunun ardından dayak yeme ihtimali olduğunuz gibi insanların garipseyen, beğenmeyen, onaylamayan ya da en kötüsü tepkisiz bakışları arasında en büyük sahne korkusunu yaşamamak elde değil.

Bizde toplum dışı davranışlar bile alt kültürler tarafından kimi uzun süreçlerin ardından damıtılır, onaylanır, yeni kuşaklara aktarılır. Bireysel marjinalliklere pek yer yoktur, küçük sürüler halinde dolaşmak gerekir. Bunun bir çıktısı da sokak müziğinin Türkiye'deki uygulamasıdır. Turistik mekanlar, kalabalık, merkezi caddeler, üniversiteye yakın köşeler ve tabi ki kumsal ateşi sayesinde Türk insanı da yürürken bir müzik sesiyle hissetmenin keyfine varabileceği nadir fırsatlar yakalar. Ama filmlerde gördüğümüz o metroda birden şarkı söylemeye başlayan siyah insan Anadolu'da yaşamamaktadır.

Şimdi ülkemizde metroda şarkı söylemenin ilk denemesini inceliyoruz. Aşağıdaki vidyoda gördüğünüz yetenekli gençler zor bir iş yapıyorlar aslında. Onlara dik dik bakan (resimde gizlenmiş ne yapıyorlar ya bunlar tarzı bakışları bulunuz!) ya da sanki şarkı söyleyen birileri hiç yokmuş gibi davranmaya çalışan (adamın birisi şarkı başlamadan önceki pozisyonunu hiç bozmadan ve kaygıyla hayır hayır şu an kimse şarkı söylemiyor diye geçirerek içinden bu etkinliğin en kısa zamanda bitmesini arzuluyordu bence) insanların arasında şarkı söylüyorlar, ama bir gerginlik var onlarda da. Böyle durumlarda grup davranışlarından birisi de çevreyle görsel teması kesip diğer grup üyeleri ile derin bakışmalardır, grup üyeleri birbirlerinden güç toplamaya çalışır. Hatta gruptaki zayıf halkalar vücut duruşlarıyla grup dışındaki insanları göremeyecek şekilde mevzilenir ve onlar sanki hiç yokmuş gibi davranmaya çalışırlar, ama onların orada olduğu gerçekliği öyle yakıcıdır ki kımıldayarak görünmezlik mevzisini yitirmekten çekinirler, dolayısıyla hiç kımıldamazlar.



Gariptir grubun kendisinin ne kadar kalabalık olduğu bazı koşullarda toplum dışı davranışın o grup üyelerinin algısında normalleşmesine yetmez. Sebep de işte bu izole halde yatıyor bence. Gruplar kendilerinin hoş karşılandığı, normal olduğu mekanlara gidiyor, sosyal çevrelerle temas kuruyor. Toplumla temas noktalarında o rahat hal tavırdan eser kalmıyor. Karikatürize edildiğinde aklıma ilk gelen sahne bu 'farklı' hayat stiline sahip koca adamların evlerine gittiğinde annelerinin "bak .. teyzen gelmiş, öp bakayım elini" dediğinde ortaya çıkan o müthiş çatışma hali.

Neyse ki kamera icat edildi! Kamerayı kendinize siper edip çoğunluğu oluşturan insan güruhun karşısında normalde cesaret gösteremeyeceğiniz şeyleri yapabiliyorsunuz. Kamera varsa o insan güruhu da "ha televizyon çekiyormuş" ya da "ya bunlar ünlü galiba" gibi garip açıklamalarla garip buldukları davranışları kendilerince açıklanabilir hale getiriyorlar. Yani bizim metrolarda şarkı söylemek isteyen siyah arkadaşlar olursa bir gün ki özellikle Ankara metrosu için öneriyorum, yanınızda kamera taşıyan bir arkadaş bulundurun.

Metro cazcılarını Dünya Koro Şampiyonasında kazandıkları Dünya Şampiyonu unvanı için tebrik ediyorum. Ama asıl teşekkürüm metroda şarkı söyleme özgürlüğünü ülkemize tattırdıkları için.

Tehlikeli Bir Yöntem

Freud ve Jung arasındaki çatışmayı konu alan bu filmi merakla bekliyorum.. Venedik Film Festivalinde ilk gösterimi yapılacakmış..

8 Mart 2011 Salı

Black Swan'ın Psikolojik Okuması


Açıkçası söyleyeceklerimi söylemeden önce konu ile ilgili yapılan psikolojik yorumlara baktığımı ama yeterli, detaylı bir çalışma bulamadığımı belirteyim. Yapacağım yorumlar kendi yorumlarım olacak ve kimi noktalarda zayıf kalabilir.

Filmi çok sevdim, çünkü Aronofsky'nin insanların iç dünyasını yakalamakta derin bir sezgiye sahip olduğunu düşünüyorum. Ama bence bu konuda en başarılı filmi the Fountain'dir, bir gün oradaki zengin psikolojik alt yapıyı da açmak isterim.

Nina'nın dünyasına baktığımızda en temel sıkıntının annesi ile ilişkisi olduğu çok belli. Aşırı kontrolcü bir anne olan Erica çok güzel resmedilmiş. Erica, bir yandan kendi kariyerindeki başarısızlığı ve vazgeçmişliği için Nina'yı suçlarken (Erica'nın yağtığı resimler, filmde annesi ve Nina arasında geçen kısa bir konuşma), bir yandan sevgisini onu kontrol ederek, üzerine aşırı titreyek gösteriyor. Nina'nın kişisel ve duygusal gelişimini ketlediğini, bu ilişki bağlamında Nina'nın hep bir çocuk olarak kalacağını söylemek lazım. Bu tür sevgi ilişkilerinde şiddet unsuru sıklıkla gözlenen bir şey. Odanın kilidi olmaması, zorla bakım-ilgi gösterilmesi (tırnak kesme sahnesi) vs psikolojide farklı şiddet türlerine giriyor.

Black Swan, Nina'nın çatışmalı büyümesini, kurallarını yıkışını simgeliyor. Ancak Nina mükemmelliyetçiliği -kontrolcü ana-babaların çocuk üzerindeki bir etkisidir- nedeni ile bu süreçte sadece çevresi ile (öncelikle anne, ama bunun dışında meslektaşlarını da bu süreci engellemek isteyen düşmanlar olarak algılıyor ki insanlar geçiş süreçlerinde bu tür algılamalara eğilimlidir) değil, kendisi ile de çatışıyor.

Filmin en çarpıcı noktası da bence bu kendi ile çatışma kısmı idi. Nina mükemmelliyetçiliği ve çocuk kalmışlığı (yetişkinler dünyasında yetişkin olmamanın getirdiği korku ve kaygılar) yüzünden çok kontrolcü, her tür eyleminde aşırı kontrol var. Dolayısıyla büyüme sürecinde yaşadığı bu çatışmalar çoklu kişilik sorunu ile sonuçlanıyor. İşte filmin en çarpıcı kısmı da şu ki, hiçbir edebi ya da sinema eseri çoklu kişilik bozukluğunun nasıl ortaya çıktığını vermez, burada adım adım Nina'nın yeni karakteri ile tanışıyoruz, neden varolduğunu, neyi temsil ettiğini hissediyoruz. Harika fikir, Aronofsky'ye bu noktada tekrar hayran oldum.

Çoklu kişilik bozukluğunun varolup olmadığı bile tartışmalıydı aslında, ama bugün bilimsel alanda saygı duyulan yayınlarda birçok çalışmanın bulgulandığını görüyoruz (araştırmak isteyenler travma sonrası disosiyasyon-çözülme- bozukluğuna, yani posttraumatic dissociative disorder'a da baksın).

Bu filmde konunun psikolojik altyapısının çok sağlam verildiğini söylemek isterim. Mesela, Nina çok kontrolcü olduğu için içinde yeni yeni gelişen eğilim, yetenek ve arzulara yer açmadığı gibi onun varlığını bile kabul etmiyor. Dolayısıyla ikinci bir kişilik olarak bölünen bu yeni varlığı Nina kendinden bir parça olarak göremiyor, meslektaşı Lily ile eşleştiriyor. Beyin öyle ilginç çalışır ki, açıklayamadığı şeyleri açıklamak için somut olayları çarpıtabilir, aklının almadığı şeye mantıklı bir sebep bulmak için kimi zaman takıntılı bir şekilde dışarıda bir nesne arar. Nina da nesnesini buluyor, tüm çalkantıların, tüm mantıksızlıkların artık mantıklı bir sebebi vardır, Lily. Lily, Nina'nın inkarıdır. Çok güzel, çok güzel detay!

Nina'nın kendini tırnaklaması, kendine zarar vermesi aşırı kontrolcü bireylerin aşırı stres anlarında gösterdikleri eğilime bir örnek. Kendini jiletlemek olarak popüler olmuştur bu davranış (tüm müslümcülerin aşırı kontrolcü olduğunu iddia etmiyorum, kültürel ya da grup davranışları dışında bir davranıştan bahsediyorum).. kendine acı vermek kişinin kendisi üzerinde hala kontrol sahibi olduğu hissini veren bir davranış.. Ama davranışın alt okuması, ikinci kişiliğin ortaya çıkışı ile değişiyor. Nina bu kişiliğin kendisine zarar vermek için, onu yok etmek için ortaya çıktığını alt bilincinde yoğun olarak hissettiği için, yavaş yavaş kendisine fiziksel zarar verenin de 'o' olduğuna ikna olmaya başlıyor.

Aronofsky'nin hayran olduğum anlatım tarzının bir sebebi de kişisel dünyanın sorunlarını çok güzel estetize etmesi. Bunu sanat içinde sanatla yapıyor. Örneğin Fountain'de bilinçaltı dünya filmin başkahramanları tarafından yazılan bir hikaye ile verilmiştir. Burada da Kuğu Gölü Balesi'nin yeni bir versiyonu üzerinden hikayelerin üst üste bindirelerek, çakıştığı yerlerde insan psikolojisinin zenginliğini vermesi incelikle yapılmış bir iş. Öyle bir anlatım tarzı var ki, katman katman, işte Nina'nı gerçek hayatı bir katman, Nina'nin annesi ile çatışmaları (resimler, fiziksel acılar) bir alt katman, Nina'nın ikinci kişiliği üçüncü alt katman ve sonunda oyunun kendisi en derin katman, sembolik anlatımın yoğun olduğu bu katmanda sadece sezgilerinizle algılayabiliyorsunuz olan biteni, çünkü o gerçeklik düzleminde doğruların, mantığın işi yok..

Ve Nina'nın ölümü ile tüm bu katmanlarda tüm Nina yansımaları da ölür (yine çok incelikli bir mesaj). Ölüm konusunu the Fountain'den de benzer bir şekilde çatışmaların çözümlenmesi noktasında kullanmıştı yine.. ve Nina mükemmeldim diye bitirir, mükemmelliği mükemmel olmayanı kabul ederek, onunla bütünleşerek elde etmiştir.. Mükemmelik kavramının, o sınırlayıcı, yok edici eğilimin bile Nina'nın büyümesi ile olgunlaştığını görüyorsunuz. Bu son kısım yoruma çok daha fazla açık, aklımda dönüp duran çelişkili fikirleri burada anlatmayıp, size bırakıyorum, sezgilerinizle hareket etmenizi önererek.

2 Mart 2011 Çarşamba

Aleks, Aleksis ve Alis'in ks'le talihsiz buluşması


İçinin göğü fırtınada bir çarşaf gibi yırtılıyordu o günlerde. Bir huzursuzluk köşe bucak ele geçiriyordu evini. Aleks’in yüzleşmek zorunda olduğu, kendi yarattığı düşsel canavar günlük hayatına yön verecek kadar güçlenmişti. Sayılı gün kalmıştı. Birçoğu için karsız bir kış, neşesiz bir yıl, keşifsiz bir çağdı. Onun neden kıyametin eşiğinde durur gibi beklediğini insan ruhu ile ilgili sayısız fikri burada uzun uzadıya tartışarak açıklayabiliriz, ancak -ki o zaman yine birçoğumuz sırlarımızın yüzlerce yıldır hiç tanımadığımız filozoflarca basit bir bulmaca gibi çözülmüş olmasından derin rahatsızlık duyardık- Aleks’in iç dünyasına saygılı bir mesafede durmaya çalışacağız.

Aslında dışarıdan bakıldığında Aleks’in önünde durup duran sadece birkaç yolculuk sonrasında bir yere yerleşip diğerleri gibi geçip giden zamanı düşünmeden zamanın geçip gitmesini kolaylaştırmaktı. Ama Aleks’in düşsel yaratıklarının birden fazla binden az olduğunu göz önüne alınca bu sıradan telaşa neden Aleksis ve Alis’i de sürüklediği anlaşılacaktır. Burada bu üçü hakkında söylenmesi gereken az şeyden birisi Aleks, Aleksis ve Alis’in arasında yine karsız bir kış zamanını ve sonrasında bunaltıcı bir yazı bu sefer birlikte yarattıkları canavarları kovalayarak geçirdiklerinden olsa gerek biraz yorgun, biraz bahtiyar bir ilişki olduğudur. Bu üçü hakkında söylenmesi doğru pek çok şeyden biri ise Aleks, Aleksis ve Alis’in baktıkları yerden belirsizlikler dehlizi gibi görünen hayatta en çok birbirlerine güvendikleridir.

Aleks’in odasının dışına doğru uzanan hayatla bağının Alis’ten biraz fazla, Aleksis’ten biraz az olduğunu ve aslında bu üçünün dışarıdaki koşturmaya hemen hiç bulaşmadıkları bir mevzide varlıklarını sürdürdüklerini söylediğimizde, bazı olay ve olasılıkların onlar için hemen herkes için olduğundan biraz daha fazla önem arz edeceğini okuyucu anlayacaktır. Aleks de hayat öyküsünün bu noktasında yazarı haklı çıkarıp bir şeye gereğinden fazla önem vermek konusunda oldukça inatçı bir tavır sergilediği birkaç ayın sonunda, bu tavrının hayat gibi, yaşantılar gibi gerçek değerler yaratmadığını öğrendiği tatsız bir gün yaşıyordu. Aleks’i bu hüsran ve hayalkırıklığına sürükleyen ve aslında dünyadaki nice şey arasında birçoğunun bakınca sadece bir şey göreceği bu şeye, edebi komiklik olsun diye ks diyeceğiz.

Aleks, Aleksis ve Alis’i birkaç ay önce ks’in önünde buluşturan şey yine anlamsız birçok eylemi haklı çıkaran ve insanların arkadaşlara gündelik hayatta biçtiği rol dağılımını güçlendiren hissettikleri o kader ortaklığından başka bir şey değildir. Onları, ana caddede bilet satan milli piyangocunun ya da parıltılı vitrin camlarını düzenleyen kıdemli elemanların gördüğü gibi koşturan üç insandan daha fazlası yapan bu ortaklık duygusu yüzünden birinin eksikliğinin diğerleri tarafından tüm dengenin alt üst olması şeklinde yorumlandığı ise aşikar. İşte Aleks’in ve Aleksis’in farklı nedenlerle farklı mekanlara yapması gereken yolculukların çakışması, bu üçgenin açılarında eğilme yanılsamasına yol açmış, Aleks’in, aynı tanrılara hediyeler sunulduğu ya da ölümün yaşamla, yaşamın ölümle açıklandığı o eski zamanlardan kalan bir yönteme başvurarak, dengeyi bir şey aracılığı ile sağlayabileceği düşüncesine itmişti. Buradaki ks’in iğretiliği, bu fikrin tamamen Aleks’in kendisine ait olmasından ve Aleks’in şey’lerle bağının önemli şey’ler hakkında anlamlı sözler edemeyecek kadar zayıf olmasından kaynaklanmaktadır.

Ve tanrıların Ekskalibur kılıcına duydukları ilgiyi esirgedikleri o anda talihsiz bir şey olmuş ve Alis “bu olur mu?” diye sormuştu. Aleks’in gözünde nesnesi henüz belirsiz, yani gerçekten sadece herhangi bir şey olan bu şeye karşı duyduğu aşırı bağlılık, o duyguya yakışır nesneyi bulmasını imkansız hale getirdiğinden ve üçü piyangocu ve kıdemli mağaza elemanlarının önünden sayısız kez geçmekten bitap düştüğünden olsa gerek Aleks’e bir huzursuzlukla onay vermekten başka seçenek kalmamıştı. Aleks’in daha sonra bu anı kutsallaştırmak konusunda canavarlar yaratmaya muktedir sınırsız hayalgücü sayesinde zaten zorlanmayacağını tahmin edersiniz. Ve işte birkaç gün sonra, aslında tarihi bir anda Aleksis’in ani bir yolculuğa çıkması zorunluluğunun getirdiği ruhsal eksikliği gidermek için Aleks’in arzuladığı ks’in anlamında, bu sefer de ks’in bulunduğu anın tanrılarca kutsanmamasının getirdiği eksikliği gidermek için, Aleks elinde çay bardağı düşünüyordu. Bu düşünce maratonunun sonunda ks, Aleks için bu ayrılmaz üçlü arasında ilan edilen koşulsuz şartsız barışın ve önlerinde uzanan kıyamet kadar güzel günlerin ilk nişanesiydi. Üçünden yani o kutsal üçlüden Aleks’e bir hediye..

Artık Aleks’in yaşadığı tatsız güne gelebiliriz. Daha bir önceki gün Aleksis “aslında bu ks fena değil, giderek gözüme daha güzel görünmeye başladı” gibi bir şeyler söylemiş olduğundan Alis’in ks hakkında söyleyeceklerine hiç de hazır değildi Aleks. Beyaz zemin ve duvarları tamamlayan beyaz önlüklü insanları aydınlatan beyaz ışığın altında pek de ışıldamayan ks’e tık tık vurarak “bunu aldığımızda da durum hiç iyi değildi” diyen Alis için sabahki kavganın vurucu sahnelerinden biri yaşanıyordu sadece. Aleksis’in başta pek sevmediği, yeni yeni alıştığı, Alis’inse belli ki üzerinde pek düşünmediği, herhangi bir şeyden bahsederken kullandığı bir tonla bahsettiği ks’i biraz önce saydığımız sayısız içdünya, hayal, anlam süzgecinden geçiren Aleks için bu olanlar birkaç aylık uykudan sıçrayak uyanmakla birebirdi. Burada anlattıklarımız Aleksis ve Alis’in baktığı yeri pek vermese de, insanların kendi aralarında yarattıkları garip iletişimsizlikleri şöyle bir düşününce, onların aynı konu ile ilgili düşünce ve duygularının tamamen ayrı yazılar şeklinde yazılmasını gerektirecek kadar bambaşka olacağını kabul etmekte fayda var. Yazar, ks’in bu üçlü ile talihsiz biraraya gelişi ile ilgili hikayesinde ise aslında basitçe, anlamların o çok derin sandığımız içdünyalarımızla değil, o çok basit sandığımız yaşantılarla yaratılabileceğini anlatmaktan başka bir derde sahip değildir.

25 Şubat 2011 Cuma

Teeth - John Kennedy & Ruairí O'Brien



çok hoş bi kısa film.. adamın gülüşü bitirdi beni..

Brüksel Kısa Film Festivali and İspanya Huesca Film Festivali gibi pek çok uluslararası önemli festivalde gösterilmiş. Yönetmenlerden Ruani 10 yıldır serbest çalışan bir kameraman, Kennedy ise 3D projelerinde çalışan bir sanatçı oluyorlar kendileri.

Aldığı ödüller:
*Best Short: Galway Film Festival
*Best Short: Sapporo Festival Japan
*Grand Prix Cocette Minute: Brest Film Festival

23 Şubat 2011 Çarşamba

Uyarılmanın Yanlış Nedene Yüklenmesi: Hiç Şikayet Etme, Ekonomi Tıkırrında

İnsan olarak kendimize, yani aslında beynimize fazla güveniyoruz, oysa milyarlarca uyaranın ötesinde sayısız belirsizlik, karmaşa, oyun, oyuncu, tuzak dolu bir dünyada çoğu zaman yanıldığımızı anlamaya bile yetmiyor tek ömür.

Bir şeyler yolunda gitmiyor, günlük hayatımızda bir şeylerin eksikliğini, mantıksızlığını, acımasızlığını ya da absürdlüğünü hepimiz hissediyoruz. Peki neden sorusunu pek sormayız da sorunca insanlar neden birbirinden çok farklı, hatta birbiriyle çelişen cevaplar veriyorlar?

Beynimizin şöyle bir zaafı var. Beyin bünyede yaşanan uyarılmanın kaynağını bulmakta biraz sıkıntı yaşıyor. Öyle ki beklenmedik bir şey olduğunda, beyin suçu hemen yanında kim varsa ona atan haşarı çocuk gibi.

Nisbett ve Schachter (1996) yanlış yüklemeler üzerine bir deney yaptılar. İnsanları iki gruba ayırdılar ve iki gruba da aslında içeriği şekerden farksız ilaçlar verildi. Deney grubuna dediler ki "Bu ilaç bildiğiniz gibi değil, titreme, heyecan, kalp çarpıntısı her şeyi yapar". Kontrol grubuna ise ilacın fiziksel bir etkisi olmadığı söylendi. Sonra her iki gruptaki kişilere acı verici elektrik şoku verildi (tüm psikologların bi elektrik fantazisi var bence:). İlacın kalp çarpıntısı vb yan etkisi olduğunu sanan grup yaşadığı heyecanı ilaca yordu, yani ilacın tepkilerini artıracağı beklentisine girdiklerinden yaşadıkları acıyı olduğundan daha küçük gördüler ve elektrik şokunun o kadar da acı verici olmadığını söylediler. Kontrol grubundaki kişilerse elektrik şokunun gerçekten acı verici olduğunu söylediler ve haklıydılar, onların algısını çarptıracak bir şey yoktu ortada.

Sürekli engellendiğimiz bir labirentteyiz sanki, ne zaman çıkışa yönelsek birileri kapakları açıp kapayıp bizi dipsiz karanlığımıza geri gönderiyor. Arzu ettiğimiz hiçbir şey ulaşılır değil. Ki alt tarafı hemen herkes üç aşağı beş yukarı biraz huzur, mutluluk, değerli olmak, bir şeyde kendini kanıtlamak, bir şeyi yapabildiğini görebilmek, az da olsa diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurabilmek vs istiyor. Oysa bi faturayı ödemek için bile mesai saatinde zaman yaratmak ya da birisinden rica etmek, uzun kuyruklara girmek, aylık maaşı içinde gelir gider hesapları yapmak vs onlarca şey yapmak gerekiyor. Elektrik şokunu geçelim, elektrikle duş alıyoruz resmen. Mutlu olan varsa psikologa gitmenin tam zamanıdır :)

Peki bu zorbalığın kaynağını görmek, olan biteni okumak neden bu kadar zor?

Parçalı düşünce dünyaya gelmiş geçmiş politikacılar arasında günümüz politikacılarını en büyük, en başarılı ve kurnaz yapan icadtır zannımca. Öyle ki medya, eğitim, sanat, tarih, kurumlar, siyaset, her şey küçük küçük parçalara ayrıldı. Öyle çok parça var ki bu yapboz oyununa küçük hayatlarımızda vakit yok. Başı sonu belli olmayan haberler, bir varolan bir yokolan ünlüler, biraz ordan biraz burdan patates baskı bir müfredat, postmodern sanat, işbölümleri bölbölböl sayısız kurum ve giderek siyasette arzulanan yerelleşme (bölbölböl yönetimi), geçmişsiz geleceksiz bireysel hayatlarımız..

O küçük küçük yapboz parçaları arasında tam da problemimizin sebebine benzeyen o kadar çok çeldiren var ki.. Yeterince iş deneyimin yoktur, yeterince dil bilmiyorsundur, yeterince çalışmıyorsundur, yeterince zaman ayırmıyorsundur, yeterince dikkatini vermiyorsundur, yeterince yeterince yeterince yeterince değilsindir!! Oysa ekonomi tıkırında!! Bu şarkı hepimiz için geliyor, yeterince yetemeyenlere..

22 Şubat 2011 Salı

Psikopatlar ve Seri Katiller

efendim çok sıkıcı kısımla girip, eğlenceli bitirmek istiyorum..


şimdi beyni iki üç katlı bir ev gibi düşünürsek ilk gelişen kısım beyin sapı, onun üstünde gelişen kısım ise limbik sistemdir.. beyin sapını boşverin, limbik sistem duygulardan, özellikle korku, öfke, heyecan gibi yaşamın devamlılığını sağlıyan duygulardan sorumludur.. limbik sistemi beynimizin iki lobuna doğru açılmış iki yaprak gibi düşünürsek bu yaprakların her birinde amigdala isimli küçük bir merkez vardır.. bu amigdala çok önemli, çünkü kim psikopat olur/olabilir sorusuna cevabı o veriyor.. son yıllarda beyin konusundaki çalışmalarda yeni bir çağ başladı.. bu da yeni bir araştırma.. meksikada seri katiller ve normal katılımcıların beyinleri karşılaştırılıyor ve araştırmacılar buluyorlar ki bu amigdala psikopat eğilimi olan grup olarak tanımlanabilecek örneklemde daha küçük.. bu da şu anlama geliyor, normalde insanların bir hata, bir suç işledikten sonra hissettikleri o suçluluk, rahatsızlık duygusu bu kişilerde ortaya çıkmıyor.. üstüne bu kişilerin beyinlerinin düşünmekten, mantıktan sorumlu kısımları ile duygu merkezi arasında bir iletişim sorunu yaşadığı görülmüş.. yaptıkları eylemin sonucu ile ilgili de çok düşünmüş olmuyorlar yani.. yeter bu kısım diyelim, kişiliğe geçelim..

amigdalanın darlığından olacak, empati kurmakta sıkıntıları oluyor psikopatların.. birine fiziksel olarak zarar verirken kendilerini onun yerine asla koymuyorlar ya da koyamıyorlar.. kesinlikle zihinsel bir sıkıntıdan bahsedemeyiz, çünkü IQ testlerinde yüksek puan alma eğilimindeler.. amigdaladaki hormon işleyişini incelediklerinde bu kişilerin normal kişiler kadar heyecanlanmadıkları ve bir yanlış yaptıktan sonra da duygusal işleyişlerinde bir değişiklik oluşmadığı görülüyor..

çocuklukları genel olarak sorunlu, olaylı geçen bu kişiler yetişkinlikte sürekli yer değiştiren, rastgele ilişkiler yaşayan, dışarıdan psikopat olduğunu söyleyemeyeceğiniz şekilde sosyal hayatlarını devam ettiren kişilere dönüşüyorlar.. rahatlıkla yalan söyleyebiliyorlar..

ilginç olan her amigdalası küçük olan psikopat olmuyor tabi, ama bunlar çoğunlukla rekabet gerektiren işleri tercih ediyorlar.. pazarlamacı, avukatlık gibi meslekler ki yalan söylemenin, karşı tarafı düşünmemenin koşul olduğu işler bunlar.. bu tür insanlarla psikopatların beyinlerini karşılaştırdıklarında, tek farkın amigdala ve beynin mantık, düşünme merkezi arasındaki iletişimin sağlıklı olduğu bulunuyor..

yeni bir araştırma, eminim çok eleştiri alıp, daha çok düzeltilecektir.. ama çok çarpıcı olduğunu düşünüp paylaştım.. sonuçta psikopatlığın genetik olduğunu kabul edip geçmek mümkün değil, çevresel koşullar mutlaka bu işin yarısı olarak ilk elden kabul edilmeli..

BÖLÜM 2

Bir belgesel seyrettim dün, orada aktarılan çalışmalar daha eski tarihli de olsa yine önemli.. Dr. Dorothy Lewis adlı bir araştırmacı.. psikoloji alanındaki ilk çalışmaları sevmek üzerine ve çocuklarla çalışıyor.. daha sonra saldırgan çocuklar üzerinde çalışmaya başlıyor ve sayısız çalışma sonrasında hepsinde ortak bir özellik olarak genellikle aile tarafından şiddete maruz kaldıklarını görüyor.. bu çocuklara uygulanan şiddetin beyin hasarına yol açtığını düşünerek nörologlarla çalışmaya başlıyor ve çoğunda beynin ön lobunda (ilk bölümde düşünme, mantık merkezi demiştik ya, orası) hasar oluştuğunu saptırıyorlar..

ve Dr. Lewis bunun üzerine seri katillerle ilgili bir teori geliştiriyor.. seri katillerin çoğunlukla çocukluğunda şiddet görmüş ve beyin hasarı almış insanlar olduğunu, bu kişilerin normal insanlar gibi yargılanmaması gerektiğini, çünkü bir tercih yaparken normal insanlar gibi özgür iradeye sahip olmadıklarını, eylemlerini mantıken değerlendirmekte yetersiz olduklarını vs söylüyor.. hatta kimi seri katillerin mahkemelerinde savunma tarafında görüş bildiren bir bilim insanına dönüşüyor ki, kendisi hakkında şarkılar yazılmış bunun üzerine, seri katil sever felan diye..

seri katillerle yaptıkları çalışmada şu formülü doğruluyorlar hep.. çocukken taciz edilme + beyin hasarı.. beyin hasarı derken illa kafanın yarılması gerekmiyor.. diyor ki dr. lewis çocukların sarsılması bile beyin hasarına yol açabilir..

tabi dr. lewisin uzman görüşü mahkemelerde jüri kararlarını etkilemiyor ve yargılanan seri katiller 1. dereceden cinayetle hüküm giyiyorlar.. o cinayet mahallerini görüp de tersine oy kullanacak insan da tanımıyorum şahsen..

neyse programın sonunda dr. lewis şunu söylüyor.. nasıl pedofili (çocuk tacizcisi) hastalığının tedavisi imkansıza yakınsa seri katillerin de tedavisinin çok zor olduğunu söylüyor ve yapılacak en mantıklı şeyin ailelerin çocuk şiddeti uygulamasını engellemek olduğunu ekliyor..

18 Şubat 2011 Cuma

Kontrol Odağı ve Şu Olmaz Olası Dış Mihraklar

J. B. Rotter adlı bi biliminsanı tarafından ortaya atılan bir kavram kontrol odağı. Kişinin yaşadığı olaylardaki sorumluluğu kendi içindeki (çaba, irade, kişisel özellikler gibi) veya dışındaki (diğer insanlar, şans, ortam gibi) etkenlere yükleme eğilimini tarif eden bi kavram.

Genelde kişisel bi özellik olarak insanlar içsel kontrol odaklı ya da dışsal kontrol odaklı oluyorlar. Elbette hepimiz hayatımızda olup bitenleri nesnel değerlendirme kapasitesine sahibiz, ama yine hepimiz çoğu zaman bu nesnelliği yitirip olayları öznel olarak yorumluyoruz. Bu noktada içselleştirdiğimiz kimi yanlılıklar kişisel özelliğimiz olarak ortaya çıkıyor.

İçsel/dışsal kontrol odağı önemli bir kişilik özelliği. Çünkü sorunlarla nasıl başa çıkacağınızı tayin eden bir eğilim. Taa ilkokulda "ödevimi yapamadım örtmenim, çünkü" cümlesinin geri kalanı öğrencinin geleceği ile çok parlak fikirler doğurabiliyor insana.

İçsel kontrol odağında, kişi kendi davranış ve sonuçları üzerinde kontrol sahibi olduğuna inanıyor ve sorun çıktığında davranışlarını, kendini değiştirerek çözüm bulmaya çalışıyor. Ama hemen diyelim, kendini seven insan bu eğilimi abartmaz

Dışsal kontrol odağında, kişi hayatını ve yaşadıklarını şansa, talihsizliğe, başkalarına, vs ile açıklıyor. Aslında bu eğilim insanın kendine saygısını koruyan bir savunma işlevi görse de, kişinin aktif çözüm üretmesini engelleyerek (ee ne de olsa insan kaderini değiştiremez) çaresizliğe iten olumsuz tarafları daha çok.

Genelde çocukluğunda kendisine fikri sorulmayan çocukların dışsal kontrol odaklı olduğu biliniyor. Düşüncenizin bi değeri yoksa eylemlerinizin hesabını da kimse sizden soramaz yani, di mi?

Burada önemli bir nokta var ey okuyucu. Değişmez ve değiştirilebilen etkenlere yükleme yapma olayı. Örneğin kişi sevgilisinin hıyarlıklarını onun kişiliğine bağlıyorsa, kişilik kolay kolay değişmez bir etken olduğuna göre o ilişkiden umudunu keser mesela ya da yeniyetme bir başka hıyar olarak sevgilisinin kişiliğini değiştirmeye adar kendini. Ya da O.Ç. isimli vatandaş (linkli) kendisine birisi tecavüz ettiğinde sorunu giydiği eteğe ve puantiyeli parizyen çorabına bağlayacak ve çarşaf giydiğinde tecavüz sorununu çözdüğüne inanacaktır.

Neyse, dağıtmayalım. İçsel/dışsal kontrol odağının kendine has sorunları var. Kişi yaşadığı sorunların sebebini kendinde değiştiremeyeceği özelliklere bağlarsa (mizacı, zekası, yetenekleri vs) onu ağır depresyonların beklediği aşikar.

Dışsal kontrol odağında ise çevresel etkenleri değiştirmek zor olduğundan dediğimiz gibi çaresizlik meselesi var, ama aynı zamanda kişi doğru problem kaynağını saptamışsa ve bu sorun kaynağı değiştirilebilirse (örneğin ankaralıların sahillere göç etmesi) kişi kendini yumruklayıp tekmelemek zorunda kalmadan süreci sağlıklı şekilde atlatır.

Gelelim memlekete. Bir siyaset kültürü olarak memlekette gelmiş geçmiş tüm yöneticiler başaramadıkları noktada dış mihrakları suçlamak konusunda hiç edepli davranmadılar. Türkiye dış kontrol odaklı bi kişiliğe sahip ve ABD'yi bi türlü değiştiremediği için çaresizlikten kıvrım kıvrım kıvranıyor hep.

Ama R.&T.E. başka tür bi vaka. O bu eğilimde çığır açtı. Babası bunu bacaklarından sallandırdığında heralde ne düşündüğünü hiç sormamış ki o da düşünmeye gereksinim duymuyor. Ona göre her şeyin suçlusu muhalefet (herhangi bi konuda ondan farklı olmanız muhalif güç olarak görülmenize yeterli). Ama o depresyona girmiyor, neden çünkü muhalefeti değiştirebileceğine mi inanıyor, hayır o muhalefeti yok edebileceğine inanıyor :) Gerçekten sanrılı bi hal bu.

Maalesef kişilik dirençli bir yapı, kolay kolay değişmiyor. Travmatik yaşantılar dışında insanın içsel/dışsal kontrol odaklı eğilimlerini değiştirmek pek mümkün değil. O yüzden memleketin bu dışsal kontrol odak problemi de çözülmez gibi derken dışsal kontrol odaklı bi yorum mu yapmış oluyorum şimdi? Peki R&T.E.'yi tüm kötülüklerin anası gibi algılamam çok mu sanrısal?? Bütünüyle kuşkudayız.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Pedofili ve Hadım Yasası: Uccundan Azcık

konu hassas konu, kriminal ya da psikoloji bilimlerinin ötesinde, etik, siyasi, kültürel bi konu.. toplumun tüm kesimlerini ilgilendirmesi çok normal..

psikolojik rahatsızlıklar içinde belalı bi alan pedofili.. akranları ve ailesi ile sağlıklı ilişki kuramayan, sosyal açıdan gelişmemiş, içine kapanık bu sorunlu grup genelde 40-70 arasındaki erkeklerden oluşuyor.. ve gözlenen problemli davranışlar genelde çocuklara pornografik resimler gösterme, çocukların önünde cinsel ilişkiye girme vs şeklinde başlayıp zamanla uygunsuz dokunma ve tecavüz ile devam ediyor..

denenen terapi tekniklerinin başarılı olmadığı bir hastalık.. psikoterapi, grup terapisi, davranışcı-bilişsel terapiler nafile, bu tanıyı almış kişilerin çocuğu algılayış biçimi değişmiyor..

ama ilaç tedavileri de -hormon tedavileri ve kimyasalla hadım dahil- bir o kadar başarısız.. hadım edilen hastaların çocukları taciz etmekten vazgeçmediği gözleniyor hep..

adli psikoloji dersinde hiç unutmadığım bir konuyu tartışmıştık tüm sınıf.. ceza meselesi.. toplum adına devletin, suç işleyenlere karşı, toplumu korumak ve madur kişilerin çiğnenen haklarının karşılığında önlem ve eylemde bulunması, çoğunluğa katılarak modern toplum hayatının devamı için şart diye düşünüyorum, pedofili gibi örnekleri göz önüne alınca özellikle anarşist düşünce bana göre naif kalıyor.. ancak suç kavramının tanımı, suç teşkil eden davranışların kapsamı ve uygulanan ceza siyasi-ideolojik mevzular.. bunların içinde ceza meselesi etik meselelerle daha ilgili..

neyse bahsettiğim bu derste cezanın geri dönülür olma konusunu tartışmıştık.. yani devlet gerçek suçluyu yakalamanın garantisi veremeyeceği için (her ne kadar delil-tanık zinciri bunu garantilemeye çalışsa da her zaman yanlış karar olasılığı var) verilen cezanın geri dönüşü olmasının modern hukuk yasalarında önemli bi unsur olduğunu söylemişti hocamız.. örneğin idam cezası günümüz hukuk disiplinindeki gelişmeler düşünüldüğünde, problemli bir ceza uygulaması.. hadım meselesi de bunun gibi birçok tartışmayla kucak kucağa..

açıkçası batı toplumlarında olduğu gibi konuya pedofili hastalarının bireysel hak ve özgürlükleri açısından bakacak kadar hümanist değilim.. tedavisi mümkün olmayan bu kişilerin ömürleri boyunca onlarca çocuğa tacizde bulunduğu biliniyor.. hapis cezası alanların tahliye olur olmaz yeni kurbanların arayışına girdiği çok sık rastlanan bir durum, çünkü ortada kontrol edilemeyen bir dürtü var..

sanırım önemli nokta pedofili tanısı koymak için kişinin tekrarlayan bir davranış örüntüsü göstermesi gerektiği.. yani 14-15 yaşındaki çocuklarla evlenen pis herifler başka tür bi .erefsizlikten müzdarip..

peki psikolojik ya da kimyasal tedaviler işe yaramıyorsa ne yapmak lazım.. çocukların yanına yaklaşmama kuralı ile salıverilen bu sapıkların (başlarım bilimine, .erefsiz herifler) hepsinin başına polis dikmek mümkün olmadığına göre yeni bir suç işlemelerini ve bunun kanun güçlerince ispatlanmasını mı beklemek gerekiyor..

görüşüm çok marjinal.. ama nasıl ki şiddete eğilimli ve tedavisi mümkün olmayan birçok akıl hastası ömürboyu hastaneye yatırılıyorsa, bence bu kişilerin de ömürboyu kapatılması gerekiyor.. çünkü eğer hukuk disiplini çerçevesinde tartışacaksak hapis cezası suçluların islah edilmesi amacı ile uygulanır, oysa konu olan kişiler islah edilmesi bilimsel olarak imkansız görünmektedir.. mağdur kendisini savunması mümkün olmayan çocuklar olduğu için de onları korumak öncelikli olmalı..

gündemdeki hadım tartışmasını beyhude buluyorum.. bu tartışma kişi hak ve özgürlükleri çerçevesinden dışarı çıkamayacaktır, suçun işlenmeden önlenmesi konusu ise sorulmayacak bile..

5 Şubat 2011 Cumartesi

Kök salmak

Balıktı, Kısa ve Uzun Süreli Bellekti ve derken Ulan bu memleket adam olur mu H.M.?

Bugün bilimsel bir yanlış anlamayı düzeltmek gibi ulvi bi amaçla yazıyorum. Bu memleketin insanlarını çok yanlış anladık, artık buna dur deme zamanı.

Bilimsel metin geleneğini koruyarak başlayalım, önce hipotezi yazalım.
H1 hipotezi: "Bu millet balık hafızalıdır"
H0 hipotezi: "Bu milletle balık hafızası arasında anlamlı ilişki yoktur."


Bilim adamlarına sordum, işiniz gücünüz yoktur şimdi siz balıkların da hafızasını araştırmışsınızdır diye, ama bulduğum makaleler fazla bilimseldi -beyinde kimyasal hareketler vs diyodu- anlamadığım için bu konuda literatürü özetleyemeyeceğim.. Ama balıklara büyük ayıp yapıldığını anlayacak kadar da balık literatürüne hakimim artık. Nemo yalanmış arkadaşlar!

Her ne kadar balıkların kısa süreli bellekleri ile ilgili özel bi araştırma bulamasam da balıkların göç yollarını, saldırı anında saklanılacak yerleri vs öğrendikten sonra yıllarca akıllarında tutabilecek kadar aklı başında olduklarına dair yazılanlardan, balıkların kendilerine yetecek kadar kısa süreli bi belleğe sahip oldukları çıkarılabilir. Uzun değil, istirham ederim, kısa. Neden, çünkü kısa süreli bellek bilginin ilk depolandığı yer olup, orada işlenip "ha bu bana sonra lazım olur" diye uzun süreli belleğe atıldığı yer.

Balığımın hafızası var mı yok mu?
Bi de avrupalı çok modern, araştırıyo, ya ilkokul ya ortaokul öğrencisi gıcık oldum, hani bu sene sonu projeleri oluyor ya bunların, evdeki balığı ile bi deney yapmış!! Balığına yem vermeden önce legolarını atmaya başlamış akvaryuma, annesi de "çekil lan oradan, kırdın kırdın" dememiş, çocuk deneyi sıhhatle bitirmiş. Sonunda balık kırmızı legoyu görür görmez yem noktasına yüzmeyi öğrenmiş, diğer renkteki logolarda çocuk yem atmayarak ne kadar tutumlu olduğunu göstermiş oluyo hem. Neyse koşullama meselelerine girmezsek, deneyin sonucundan şunu çıkarabiliriz: insanoğlu zalimdir, kendi türüne yüzyıllardır gereksiz bi yığın bilgiyi öğrenme zorunluluğu getirerek işkence etmekle yetinmemiş, balıklara da logo mogo abuk subuk şeyleri öğretmeyi başarmıştır.

Balık konusunda netleştik sanıyorum (artık bu hayvancağıza lütfen haksız hakaretlerde bulunmayalım), memleketim insanına gelelim. Bu memeli tür ortaya çıktığında eminim antropologlar çok heyecanlanmıştır ama bizim bu göçebeler bazı konularda gerçekten biliminsalarını hayalkırıklığına uğratacak kadar barbardılar. Ama o hırsla bilim intikamını alır gibi yok balık hafızalı bunlar, yok uzun süreli hafızalarında hiçbi şey kalmıyo felan dedikoduları çıktı. Külliyen yanlış. Bunu da cesur bi haber programı sayesinde öğrendik. Daha yeni yapılan referandurumu soran muhabire memleket insanım "evete oy attık diyerek" hepimizi aydınlattı. Aynı muhabir arkadaş bilimsel bi eğitimden geçseydi, hemen oy sandığından sonra sorardı aynı soruyu ve görürdü ki bizim insanımız kısa süreli hafıza sorunları yaşıyor.

Kısa Süreli Bellek ve Beyin
Bellek çalışmalarında H.M. diye tarihe geçmiş bi insan vardır. Kanadalı bu arkadaş şiddetli epilepsi hastasıdır. Psikopat bilimadamları bu arkadaşın acısını fırsat bilip temporal lobundan bi bölgeyi ameliyatla çıkarmışlardır. Garibim, epilepsi krizlerinden kurtulur ama belleği ziyan olur (aklıma geldi şimdi, Yalçın Küçük hocam RTveEnin de epilepsi hastası olduğunu söylüyo, keşke bu ilk tarihi operasyon onda denenseydi, tüm memleket kurtulurduk valla). Adamcağız kısa süreli belleğinde bilgileri hepimiz gibi uygun bi süre saklayabildiği halde, uzun süreli belleğine bi türlü atamaz olmuştu. Dolayısıyla ameliyat sonrasında H.M. yaşadığı ya da öğrendiği hiçbir şeyi hatırlayamaz olmuştu. Her sabah daha ameliyattan yeni çıktığı günü yaşıyordu.

36°-42° Kuzey enlemleri, 26°-45° Doğu boylamları
İşte bizim bu memleket insanı da temporal lobuna ağır bi "darbe" almıştır zamanında, ondan müzdariptir. Bi cehennem zebanisi tarafından cehennemin en orijinal işkencesine tabi tutulmuş, aynı günü sonsuza kadar yaşamaya mahkum edilmiştir. Yeni bilgileri eskileri ile ilişkilendiremeyen, dolayısıyla öğrenme becerisinden yoksun bu sakatlanmış varlık artık kriz geçirip sokaklara dökülmese de varlığındaki eksikliği ruhunun en derinlerinde hissetmekte ama ona da bi anlam verememektir. Temporal lobumuzu geri istiyoruz diye dövizler hazırladım, bilimsel kayıtlara geçsin lütfen. Aktivist bilim insanı.

6 Ocak 2011 Perşembe

Yaratıcılık - Test edilemeyen meret

elimde bilişsel psikoloji ile ilgili bir kitap var şimdi ve yaratıcılık ile ilgili kısım şöyle başlıyor.. hala birbirinden farklı yaratıcılık çalışmalarını bütünleştiren bir teorinin olmaması TUHAFtır (aynen öyle demişler), yani demişler yaratıcılıkla uğraşan bilim insanlarının bununla ilgili bir teori üretecek kadar YARATICI OLAMAMALARI bize garip gelmektedir..

bu kaçıncı psikoloji ilişkili yazım oldu bilmiyorum, ama psikoloji şu konuda da net diyemedim henüz, içimde uhde haline geldi.. neyse..

ama ne kadar zor bir konu olduğunu bilimsel bi paragrafla hemen özetleyebiliriz.. Sternberg ve Lubart (1996) pek de yaratıcı olmayan yaklaşımlarında durumu biraz özetlemişler.. Diyorlar ki yaratıcılık 6 özelliği içerir:

1. pek tabi zeka süreçleri
2. zihinsel tarz (pratik zekası var ya da pek bi analitik düşünür dediğimizde işaret ettiğimiz kişiye özel düşünme tarzı)
3. bilgi (insanın bi halt bilmediği konularda konuşurken kendisini pek bi yaratıcı hissetme salaklığı da bence ayrıca yazılıp alay edilebilir bir konu)
4. kişilik (kendine güven şart tabi)
5. motivasyon
6. çevresel bağlam (hani şu bankaların lüks otellerde yöneticilerini zorla götürdükleri yaratıcılık oyunları var ya, yapay zakkum çiçekleri arasında içinden ölçüsüz küfürler edip durduğun adamla el ele tutuşurken insanın kafasında ne bağlamlar oluşuyordur kimbilir, çevresel bağlam bu altılı içinde en ayrıcalıklısı bence)

şimdi bu altısının oranlarını belirleyip yaratıcılığın indeksini oluşturmak felan geçmesin aklınızdan, olmaz o iş.. Bu özelliklerin yaratıcı düşüncede etkisi ve birbirleriyle etkileşimleri öyle kompleks bir ağ oluşturuyor ki yaratıcılık konusunda çalışan bilim insanlarının motivasyonlarını düşürdüğü için belki pek yaratıcı işler çıkaramamışlar..

yaratıcılığın ölçümü için ilginç testler, alıştırmalar geliştirilmiş.. bi tanesini resimde görebilirsiniz..


Alıştırma: Resimde de görüldüğü gibi boş bir odanın zeminine bir çelik boru oturtulmuş.. Borunun içinde bir tenis topu.. Borunun iç çapı tenis topundan 1,5 cm uzun, yani top sıkışmış durumda değil.. Odada 6 kişisiniz.. elinizde şunlar var:


30 metre çamaşır ipi
çekiç
keski
bir kutu buğday gevreği
bir dosya
bir demir ceket askısı
bir ingiliz anahtarı
bir ampul

1 DAKİKANIZ VAR.. Zemine, boruya ya da topa zarar vermeden topu demirden çıkarabilmek için aklınıza gelen yolları hemen yorum kısmına yazıp ya da 645e mesaj yoluylan gönderiyosunuz, bi tenis topu hediye..