29 Aralık 2010 Çarşamba

Pasif-Saldırgan Kişilik Bozukluğu ve Bir Gece Ansızın Penisinden Olan Kabadayılar

Pasif-saldırgan (passive-aggressive) kişilik bozukluğu çokça bilinen psikolojik rahatsızlıklardan biri.. ama işte bu çok popüler olan psikoloji konuları nedense hep tartışmalıdır.. kişilik bozuklukları arasında en az bilineni, tanımı, hangi kategoriye ait olduğu en tartışılan rahatsızlık..

yine bilimsel genel bi tanımla başlayalım.. Kişinin stres ve çevresel tehditlerle başa çıkmak için geliştirdiği, saldırganlığını dolaylı, açık olmayan yollarla dile getirdiği bir kişilik bozukluğudur.. altında düşmanlık duyguları yatar.. ilginç olan altta ne kadar düşmanca duygu varsa, dışarıya çıkan davranışlar o kadar munis, boyuneğici olur.. yani iki karşıt kişilik özelliğini barındırır: pasiflik ve saldırganlık.. gel de tartışma di mi..

nasıl anlıyoruz (zor anlıyoruz, ama olsun).. bu kişiler mesela birtakım kararları geciktirerek, kasıtlı beceriksizlikler ederek, önemli şeyleri unutarak bir çuval inciri berbat etmek deyiminin cuk diye oturduğu eylemlerde bulunurlar.. sevgiliniz buluşmalara geç kalıyor ya da unutuyorsa attığınız adıma dikkat etmekte fayda var.. başkalarını rahatsız etmek ya da somurtmak, işleri ağırdan alma, inatçılık, sorumluluk almaktan kaçınma vs. de bu rahatsızlığın davranışları arasında..

arzularının giderilmemesine tepki olarak ortaya çıkan pasif saldırganlık, aslında açıktan saldırgan davransalar tehlikeye girecek kişiler için koruyucu bir anlam taşıyor.. itilmiş ve kakılmış komik karakterleri bu durumu örneklendirmek için çok uygun.. itilmiş kakılmışa karşı koyamaz, her akşam dayağını düzenli yer zavallı, ama fırsat eline geçerse bol acılı yemeklerle, kasıtlı sakarlık ve beceriksizliklerle intikamını alır, o arada bizi de güldürür, sonra tatlı niyetine bi öğün dayak daha yese huzurludur artık..

yazının şu noktasına kadar penis demekten özenle kaçındım, tamam bilim için soyunma şartı yok ama rahat oluyoruz az biraz.. şimdi efendim felsefe, psikoloji, mitoloji, sanat vs çerçevesinde düşünüldüğünde insan bedeninin en önemli, en tartışmalı organının penis olduğu aşikar.. bi iki örnekle yazımızı temellendirelim.. eski yunanda bereket tanrısı Priapus kendi boyu kadar uzun olan penisi ile tarif edilmiştir.. ya da eski mısır mitolojisinde, min erkeklik yani güç ve iktidar tanrısıdır.. freud penis ve güç ilişkisini açıkça dile getiren ilk psikolog yanılmıyorsam.. kadının penisi olmamasından dolayı duyduğu kızgınlık ve aşağılık duygusu üzerine pek çok şey söylemiştir freud.. asıl feminist yazında penis ve iktidar ilişkisine önemli bi yer verilmiştir..

ana konuya geri dönersek, pasif saldırganlık hep boynu bükükleri oynamıyor.. patlayabiliyor (aman dikkat, korkmak lazım).. çocukluğunda pasif-saldırgan tanısı almışlar seri katillere dönüşebiliyor örneğin.. neden bilmiyorum, literatürde pasif-saldırganlık ile kocasının penisini kesip çatıya atma davranışı arasındaki ilginç ilişkiyi inceleyen bilime, topluma faydalı bi araştırma bulamadım ama iddia ediyorum kesin ilişkisi var.. çatıya atıyo çünkü, bu çok enteresan..

türkiye'de kadına şiddet haberlerden ara ara hatırladığımız bir konu, ama gerçek bir araştırma yakın zamana kadar hiç yapılmamış.. yapılan araştırma sonuçlarını da çarpıtmadan vereceklerini pek sanmıyorum, gerçek oranlar türkiyeyi kepaze eder çünkü.. kurban rolündeki kadını bir kenara koyarsak, türk kadını bir şiddet uygulayıcısı olarak pasif-saldırgandır, başka da şansı yoktur.. çıldırdığı noktada da hedefe kitlenir ve tek darbeyle iktidarı devirir.. aynı zamanda ileri görüşlü ve düşüncelidir, çatıya, ormana, çöpe atar, üstüne iki yumurta kırar yer ki cerraha iş çıkmasın.. bir iktidarı yerinden etmekten bahsederken yumurtanın tekrar gündeme gelmesi de ilginç oldu.. neyse, konuyu entel zorbalara bağlayıp toparlayalım artık.. şiddetin binbir türlüsü var (onu da yazıcam, çok doluyum), nezih beyler kibar şiddet yöntemlerini tercih ediyor, karşılığında da pasif-agresif cevaplar almaya devam ediyorlar (türkiyede kadının tepkisi sosyoekonomik verilere göre değişmiyor nedense) ama işte ateşle oyun olmaz cıss yapar..

27 Aralık 2010 Pazartesi

Alışkanlıktan Bağlanmaya ve Sorma Bizde Aşk Bitti Abicim


psikoloji eğlenceli bir alan, çünkü günlük hayatta düzenli olarak tosladığımız kimi duvarları bu bazı garip adamlar çok ciddiye alıp, acaba öyle mi, neden ki, yoksa sağlıksız bi şey mi gibi sorular sorup deneyler, araştırmalar yapıyorlar ve genelde tahmin edilen sonuçlar elde edip, insanlara kimi zaman "bak haklıymışım" ya da "bu davranışım normalmiş be kardeşim" duygusunu yaşatabiliyorlar..

alışkanlık gibi 17'sinden 70'ine hemen herkesin dilindeki bir sıkıntıyı araştırırken de elde edilen sonuçlar eminim pek çok insanı rahatlatıyordur..

alışkanlık (habit) temelde üç farklı şekilde inceleniyor diyebiliriz..

ilki bir eylemin, düşüncenin, duygunun sık tekrarlanması sonucu otomatikleşmesi.. okulda beyinle ilk öğrendiğiniz şeylerden biri beyin ekonomik çalışır.. fazlasıyla uyarıcıyla dolu, milyonlarca işlemi en hızlı şekilde çözmesi gereken bir organı da kestime yollar bulduğu için suçlayacak değiliz.. ancak işte o çok ünlü çocukluk yaşantıları ya da kişisel özellikler bu eğilimi biraz abartıyor, kişi alışkanlıkları konusunda çok katı olabiliyor.. bu insanlar hem kendine hem çevreye zarar..

ikincisi işte zararlı alışkanlıklar.. sigara, uyuşturucu vs.den kumar, hırsızlık gibi konuları içeriyor.. konumuzla alakası yok, açmıyorum..

üçüncüsü iyice alakasız, ama bence en eğlenceli olan.. türe özgü alışkanlıklar, kalıtsal olarak bir diğer kuşağa geçen tipik davranışlar.. insanoğlunda böyle bir tipik davranış olmadığını, dolayısıyla insan içgüdüsü denilen şeylerin bilimsel olmadığını belirtip kapatıyorum..

insan doğasından bahsedildiğinde kişilerin yaşamları boyunca hem bir bütünlük arayışında olduğunu hem de yeniliklere uyum sağlama ihtiyacı taşıdığını mutlaka söylemek gerek.. bu iki eğilim çelişiktir ve günlük hayatta içsel çatışmalara yol açarlar.. örneğin bedeni değişen ergen bedenindeki değişimlere uyum sağlamak zorundadır (yetişkinliğe geçiş), ama ben kimim sorusuna tutarlı bir kompozisyon yazmakla yükümlüdür.. hani işte "çocukken de çok haşarıydı, bak şimdi çok meraklı bir adam oldu" ya da "çocukken de uslu bir çocukmuşum, şimdiki olgun halim tavrım ondan" cümleleri o köprüdür.. bazen büyük değişimler gelir ama o köprü illaki kurulur.. örneğin "çocukken çok sessizmişim, ama hep düşünürdüm, büyüdükçe kendime güvenim arttı" ya da "içimde hep bir güç hissettim ve sonunda şimdiki insana dönüştüm" hikayeleri..

alışkanlıklar bu iki eğilimi de besler.. tutarlı benlik algısı için alışkanlıklar çok mühimdir.. ben bunu severim, şunu sevmemler, her sabah iki yumurta içer akşamında da boks yapmazsam rahatlayamamlar felan kim sorusuna şıp diye verilecek cevaplardır.. alışkanlıkların uyum sağlamaya katkısı biraz daha garip, o alışkanlıklar sayesinde farklı olanı anında fark ederiz.. her sabah saat 7de servise binen arkadaş servis 10 dk geciktiği anda bir sorun olduğunu, yarım saat geciktiğinde ciddi bir olay olasılığını düşünmeye başlar.. ama işte bazen alışkanlıklar insanı kör yapar, aksi yapar, bazı şeylere uyum sağlayamayız..

takıntılar gibi psikolojik rahatsızlıkları ayrı bir yere koyarak, bu alışkanlıkların başımıza ne dertler açtığını hepimiz bilir.. daha kolay olduğunu bildiğimiz halde alıştığımız iş tarzından vazgeçemeyiz, insanlarda garip izlenimler bıraktığı halde o garip davranışları bırakamayız, için için eğlenceli olabileceğinin hakkını versek de yeni şeyleri denemeyiz vs.

peki ilişkiler için de alışkanlığın etkisi aynı şekilde midir? cevap hayır.. pek çoğunun bildiğinin aksine alışkanlıklar ilişkiyi öldürmez, güçlü kılar (bazen birilerini de haksız çıkarmak her bilimin görevi).. sevdiğiniz kişinin her zor durumda yanınızda olacağını düşünmek, istemek kötü bir alışkanlık değildir örneğin.. taaa çocuklukta anneyle kurulan sevgi ilişkisinde başlar alışkanlığın güzel etkisi.. anneniz evdedir, anneniz düştüğünüzde, ağladığınızda, hasta olduğunuzda ordadır.. o yerleşen güven sayesindedir ki çocuk annesi onu uğurlarken arkasına bile bakmadan koşarak çıkar evden.. yani alışkanlıklar sayesinde kurulan güven dünyayı keşfetme gücü verir, döndüğünüzde bir liman bulacağınızı bildiğinizde her deniz güzel bir maceradır..

tabi sağlıksız anne-çocuk ilişkileri başka tür alışkanlıklar getiriyo, insanlar kötüdür, insanlara güvenme, her şeyi kendin yap ya da sevilmek istiyorsan o ne diyorsa onu yap gibi insana hayatı zehir eden düşünceler gelişiyor.. off neyse sonunda alışkanlıklar ile bağlanmayı bağladık birbirine, aşk kısmına geçebiliriz..

dikkat bu işte bütünlük-uyum sağlama ikilemleri arasında ekonomik davranıp değişik olana bakar.. alıştığı şeye dikkat etmez hale gelir.. aşk karşı tarafa çok dikkat etmemizi sağlar.. neyi seviyor, burda ne dedi, ayy kırmızı giymiş, çok yakışmış vs.. dikkat ettiğiniz bilgiyi işler, işlediğiniz bilgi üzerinden düşünür ya da duygulanırsınız.. üçüncü kırmızı hırka karşı tarafın işlemcisinde 0 işlemle sonuçlanmaya başlar.. beynin şu hani psikopatlarda bahsetmiştik limbik sistemi heyecan, haz gibi duygulardan da sorumlu.. bi eğlenceli deneyde çiftlerden biri beyin ölçüm cihazlarına bağlı iken diğeri onu heyecanlandıracak etkinliklerde bulunuyor (bu etkinlikleri açmayım şimdi:).. ve bu belli zaman aralıkları ile tekrarlanıyor.. her denemede beynin biraz daha az hormon salgıladığı ve kişinin daha az heyecanlandığı görülüyor.. aşk bitti noktası kaçıncı denemedir bilemiyorum, ama asgari bir yerde sabitleniyo bu heyecan..

sağlıklı ilişkilerin bir noktasında çiftler dışarı açılmaya başlar.. aynı annenizin evde sizi beklediğinin verdiği güvenle çevrenizi keşfe çıkmak gibi.. birlikte gitmedikleri yerlere gitmeye, yeni insanlarla tanışmaya, daha önce yapmadıkları şeyleri bulmaya başlarlar.. hatta çiftler ayrı ayrı farklı farklı şeyler yaşayıp eve döndüğünde de eşiyle paylaşır bu yaşadıklarını.. güzel bir süreçtir bu, ama kişilerin birbirleriyle ilgili heyecan duydukları noktalar bazen öyle azalır ki, dostluk ilişkisine benzer hale gelir.. ya da monoton bir hayat sürenler hissettikleri sıkıntı için birbirlerini suçlamaya başlarlar.. buradan sonrası tamamen kendi düşüncelerim.. kendinizi geliştirmek, değişmek, yenilenmek, çoğalmak önce kendi mutluluğunuz için sonra da çevrenizdekilerin mutluluğu için yegane çözüm bence.. elbet tek derdi mutluluk olan insanlar pembe şirinlerden bahsetmiyorum.. ama can sıkıntısıyla geçen bir ömrü de kimse istemez herhalde.. aşk bitti kolaycılığı bencilce bir şey bence.. hele karşı taraf ilişkiyi beslemeye çalışırken diğer tarafın oturduğu yerden off içimden gelmiyor demesi daha ayrı bir bencillik.. kıçını kaldıramayan adam sevmeyi de sevilmeyi de beceremez deyip yazımı böyle absürt bir şekilde sonlandırıyorum..

sevgiler saygılar efenim..

26 Aralık 2010 Pazar

Öğrenilmiş Çaresizlik ve Arabesk

psikolojinin en popüler kavramlarından öğrenilmiş çaresizlik.. bilimsel tanımını verip sağlam bir giriş yapalım, çünkü daha sonra temelsiz savlar öne süreceğim..

olumsuz davranışlardan kaçınma çabasının yokluğu kısaca. Seligman isimli zeki biri tarafından geliştiriliyor bu kavram ve bireyin kontrol edemediği olumsuz olaylara maruz kalmasıyla ortaya çıkan çaresizlik duygusu ve motivasyonsuzluk için kullanıyor.. En güzel örneği zavallı bir deney hayvanı ile yapılan elektrik deneyidir (tabi az volt kullanıyolar ama yine de yazık ya neyse).. İki bölmeli bir kafese konulan köpeğin bulunduğu ortamın zeminine elektrik veriyorlar, köpek zıplayarak diğer bölmeye geçiyor, ancak diğer bölmede de elektrik olduğu için kaçınma davranışı başarısızlıkla sonuçlanır.. belli bir deneme sayısından sonra köpek kendisine verilen elektiriğe tepki vermez.. daha sonra diğer bölmedeki elektrik kesilir ama köpek hiç denemez ve kurtulma fırsatı olduğu halde kaçmaya çalışmaz..

zamanında beni çok etkileyen bir radyo programında arabesk müziğin tarihi anlatılmıştı.. köyden kente göçle başlıyor arabesk, 1950lerde göç arttıkça arabesk de yaygınlık kazanıyor.. 1960'larda ünlü olan orhan gencebaydan müslüm gürsese nasıl gelindiği siyasi dönemlerle açıklanıyordu, sanırım sonra bu konu tutuldu, birkaç yerde daha rastladım.. bilmeyen varsa orhan gencebaydaki isyanını ferdi tayfur ardından da daha da umutsuz sözleri ile piyasaya çıkan müslüm gürses kaderciliği ve çaresizliği takip ediyor.. özetle 80ler işte..

ama arabesk müzik bu kadar iyi bilinirken diğer sanat alanlarında ya da gündelik hayat alışkanlıklarımızdaki yansımaları pek de dikkat çekmiyor.. resimde en bilinen örnek şu ağlayan çocuk tablosu.. sanat akımlarının nasıl çıktığı bilenler bilir çok tartışmalıdır.. hatta tarihte mali açıdan sıkıntı yaşayan ressamların sırf bu sebeplerle bir araya gelip biz şu akımın üyeleriyiz diye açıklamalar yaptığı bile olmuştur.. arabesk bir akım olarak adlandırılsaydı (ki sanırım sanat tarihi açısından çok uygunsuz olurdu ama zorlamak istiyorum) adı öğrenilmiş çaresizlik akımı olmayı her şeyiyle hak ediyor.. varlığı çevresindeki hiçbir şeyi değiştirmeyen, eylemleri, edimleri değersiz, sürekli engellenen, rahatsız edilen, süründürülen insanlar toplamının ifade biçimi arabesk.. şu melankolik resimler diye internette her yeri dolduran yüzeysel çalışmalar, apartmanlardaki o iğrenç kilim desenleri, pembe cart yeşil karton piyerler, depresyonun moda olması, yılmaz erdoğan, jaguar desenli terlikler, akp belediyelerinin şu çok sevdiği su havuzları, rengarenk ışıklar, beni sevmiyor galibalar, vs vs say say bitmez.. özenle yaşatıyoruz öğrenilmiş çaresizliğimizi..

beni en rahatsız eden sol eğilimli gruplardaki arabesk, çünkü sol düşünce alışkanlıklarına ters.. ezilenler kelimesi sol jargona nasıl girdi bilmiyorum ama herhalde ezik insanlar örgütlenip kurtaracak bu dünyayı diye düşünmüyorlardır.. bilemiyorum ama solda türeyen arabesk kültürü denemelerin hep başarısızlıkla sonuçlanmasından kaynaklanıyor gibi geliyor bana.. elbette eğitim sistemini, sağlık sistemini, saymayalım bu ülkede doğru bir şey yok ki, hepsini o yüzden değiştirmek lazım, ama hemen şimdi mümkün mü.. nihai hedef ve bugün arasındaki uzaklıkta çabalarının, emeklerinin boşa gittiğini gören insanların umutsuzluk üretmesi çok normal, doğal insan psikolojisi işte.. 70lerde en sevdiğim hikayeler hep şu gönüllüler bir köye gitmiş, işte bütün çocukları aşı yapmışlar, gönüllüler işte gitmiş şuradaki kadınlara okuma-yazma öğretmiş hikayeleridir.. değiştirebildiğini gören insan mücadele eder.. bence..

beni ikinci en çok rahatsız eden arabesk astropress kalıbındaki insanların (off kriter yaptım bizim siteyi) "aman hep aynı işte" noktasındaki ruh hali.. dünyayı değiştirmek ya da dağları delmek gibi hedefleri olmayan, sadece biraz tartışmak, biraz üretmek, biraz kafa çalıştırmak, biraz da eğlenmek derdiyle biraraya gelenler bile "ya bak olmuyor" kıvamına gelebiliyorsa benim öfke patlamalarımı da doğal karşılayacaksınız valla..

bu arada not düşmek isterim, arabesk iğrençtir gibi bir alt okuması yoktur bu yazının, kabul etmek lazım, bir olgudur arabesk, adam gibi yaklaşmak gerek..

25 Aralık 2010 Cumartesi

Vay Be Ego, Neydin Ne Oldun..

Vay be ego, neydin ne oldun başlıklı bu garip yazıda ego neden tü kaka oldu onun cevabını arayıp bulamayacağım.

Psikolojide ego, bireyin birbiriyle ilişkili tutumlarından meydana gelen gelişimsel bir oluşumdur (yani büyüdükçe, yaşadıkça gelişir). Tutumlar da şunu anlatmak için, hani kişinin kendi bedenine, etrafındaki nesnelere, ailesine, insanlara, gruplara, sosyal değerlere, kurumlara vs. genel yaklaşımını ve kişinin bunlarla davranışını belirleyen ilişkisini tarif etmekte.

Ego yerine, benlik ya da benlik anlayışı kavramları da kullanılmaktadır (hoş yeni yayınlarda bir ayrım getirilmeye çalışıyor ama işte türkiye'de bilim gelişecek de terminolojisi olacakmış da biz görecekmişiz, neyse).. tabi buradaki ego freudian psikojide olan ego ile farklılıklar gösteriyor.. Yakın dönemde gelişen bu ego tanımı onu ölçülebilir, test edilebilir hale getirirken kültürel farklılıklara da açıyor..

işte bu uzun girişten sonra ana meseleye gelebildim, kültürel farklılıklar.. üzgünüm ego kelimesi "egosu şişkin insan", "adam sadece ego", "egosu tarafından yönetiliyor" vb.de olduğu gibi ilk ne zaman kötü anlamda kullanılmaya başlandığını bilmiyorum.. dilbilimciler bunu nasıl öğreniyor onu da çok merak ediyorum ya neyse, benim tahminim 1980'lerden sonradır.. kesinlikle yanılıyorsunuz, yazım siyasi-ideolojik bir çözümlemeye gitmiyor..

80ler deyince üzerinize gelen şoku attıysanız devam edelim.. bu yeni dönemde türkiyede bir şey oldu, "birey" yeniden tanımlandı ya da tanımlanan başka şeylerle yeniden şekillendi.. serbest pazar ekonomisi, tüketim, "çağdaş" insan kavramı, kentler, yeni kent hayatı (ki türkiyede taş çatlasa, her şeyi zorlasak 15 tane kent vardır, kent tanımımızı nüfus sayımı ile yapmıyorsak tabi) vs önemli bir şeyi değiştirdi..

sosyal psikolojide baba bir konu vardır, bireyci kültürler ve toplulukçu (kollektivist) kültürler.. yapılan araştırmalarda birey toplum ilişkisinde inanılmaz farklar bulunmuştur.. işte tabi önce itaat, grup baskısı, liderlik gibi konular incelenmiştir ama sonra bunlar çeşitlenmiş, kişilik, kimlik, aile ilişkileri gibi konuları da kapsamıştır..

çiğdem kağıtçıbaşı dünyaca tanınmayı başarmış iki türk psikologdan birisidir ve bireyci/toplulukçu kültürler ayrımına psikoloji dünyasını şaşırtan yeni bir yaklaşım getirmiştir.. bu sınıflandırma eksiktir demiştir özetle ve iki boyut değil dört boyut vardır demiştir vs.. türkiye bu yaklaşımın en önemli örneğini oluşturmuştur, çünkü geniş ölçekli birçok araştırmada türk insanı hem bireyci, hem toplulukçu boyutlarda yüksek puanlar almıştır.. bunu doğal olarak takip eden soru "geçiş döneminde miyiz" olmuştur.. doğudan batıya yolculuk..

ben geçiş döneminde olduğumuz kanısında değilim, bunun sebebinin de türkiyenin siyasi eğilimleri ve tarihi ile ilişkili olduğunu düşündüğümü belirtip geçiyorum..

ama işte 80 sonrasında bireyci boyutlarda hız artıran insanlarımız (kendisini kendi kişisel özellikleri, yetenekleri, başarıları ile tarif etmeye başlayan, kariyer hedefleri, sosyal ilişkilerde değişen yaklaşımları öne çıkan insanlarımız, yani biz, yani o kentli azınlık) toplulukçu boyutumuzla kızılca bir çelişkinin kucağına düşüverdik.. kariyer meraklısı züppeleri taştan ekmeğini çıkaran yiğit hep rezil mi edecekti; kıskançlık iyi mi kötü müydü; kadın tatlı, latif ve narin mi olmalıydı yoksa "ben senin aşağıladığın, hor gördüğün o fakir kız değilim artık" diyen güçlü, güzel, dediğim dedik kadın mı olmalıydı; tavuğu elle yemek ayılık, çatalla yemek görgüsüzlük müydü; ya çok okuyan entellere ne demeliydi, gelenek göreneklerimizi değiştiren, eski köye yeni adet getiren bu garip toplam geleceğimiz miydi entel dantel diye dalga geçilmesi gereken züppeler miydi; selvi boylum al yazmalım sevgi diyordu, ama otostopçu genç kadın "böyle kadere lanet ederim" deyip yeni bir hayatın peşinden eski hayatına yakalanmamak için olanca gücüyle kaçıyordu..

bence "ego" da bu kargaşada linç edilen masum kurbanlardan biridir.. mütevazi olmayı, önce büyüklerin konuşmasını, olup olmadık yerde konuşmamayı, kendini çok beğenmemeyi, alçakgönüllülüğü, uyumlu olmayı salık veren toplulukçu yanımız birey olmayı yeni yeni deneyen, benim de isteklerim, düşüncelerim, kendime göre kurallarım var diyen yeni yüzüne anlayış gösteremedi.. o tökezledikçe onunla dalga geçti.. kendisinin hor görüldüğünü anlayan bireyci ama daha toy yeni varlığımızsa "aman banane elalemden, ben kendi havama bakarım" umursamızlığına tav oldu.. derken "ben olmak" için çıkılan yolda tukaka olduk, kendimizi kendimiz anlayamaz hale geldik..

Kendi zamanından bugüne "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" diyen büyük arifi saygıyla anarım..

24 Aralık 2010 Cuma

Darwin: Ölesiye Korkaklık ve Cesaret


şu sıralar bizim kardeşle alışkanlık oldu, history channel biography serisinden belgeseller izliyoruz sık sık.. her ne kadar bu seride pekçok farklı yaklaşıma sahip önemli tarihi kişiliğe objektif bir yaklaşım sergilenirken, lenin'e 'cani' göndermesi yapmaktan çekinilmemişse de, pek çok bölüm ilginç bilgiler sunuyor..

bunlardan beni en şok edeni, darwin'in evrim teorisini geliştirdikten sonra 20 yıl boyunca hayati risk nedeni ile bu fikirlerinden hiç kimseyeye bahsetmemesi.. darwin, ancak bir başka bilim adamı evrim düşüncesini içeren fikirlerinden bahsetmeye başladığında harekete geçiyor.. kitap ilk basıldığı gün kitapçılarda tükeniyor..

ingilterede kitap okuma oranı 1800lerde bile türkiyeden daha yüksek görünüyor.. neyse, derdim o 20 yıl.. tek bir meslek arkadaşına bile açılmamış.. psikolojik bir yorumla otoriter baba figürlerinin çocuklarının yetişkinlikte neler yaşayabileceğini görmeleri açısından iyi bir örnek.. ama bir anda her şeyi açıklayarak, dünyanın sarsılışını memnuniyetle izlemek içsel büyüme olarak mı değerlendirelecek.. peki biz ne yapacağız acaba diye düşünüyorum, tarih türkiyede geri sayıma geçmişken darwin gibi 20 yıl susup bir başkasının konuşmaya cesaret etmesini mi bekleyeceğiz acaba?

asch (1951) diye ünlü bir psikologun yaptığı bir grup deneyinde, beş katılımcıya bi kağıda çizilmiş üç çubuk arasında başka bir kağıda çizilmiş çubukla aynı boyda olanın hangisi olduğu sıra ile soruluyor.. son katılımcı, gerçek katılımcı, diğerleri ise aslında katılımcı rolü yapan asistanlar.. cevap c iken, gerçek katılımcıya gelene kadar sahte katılımcıların hepsi ısrarla cevabın a olduğunu söylüyor.. gerçek katılımcıların yüzde 35'i gördüklerinin ne olduğunu çok net bilmelerine rağmen a cevabını veriyorlar.. ama grupta sadece biri yine yanlış bir cevap olan a cevabını verdiğinde bu oran yüzde 8'lere düşmektedir.. sırf bu yüzden bile, bugün doğru cevaptan emin olmasanız bile konuşmaya devam etmeniz bu rakamlardan biraz daha hayati sanki..

gitti..

bir hintli çocuğun avuçlarından nehre savurduğu kum taneleri gibi, ışıldayan güneş ve nehrin üzerinde bir anlık parlar varlığımız ve sessizce ya da çığlıklarımız duyulmazken karanlık gözlerimizi teslim alır, bedenimizi soğuk.. dostlar vardır, anlamsız, yaralayan boşluklarımızı ısıtırlar.. unuttuğumuz yaraları iyileştirir sevecenlikleri.. hak etmediğimiz mutluluklar yaşarken aklımız çirkef bir mahalle karısı gibi dır dır edecek bir şeyler bulur da kör oluruz, sağır oluruz, dilsiz ve kalpsiz oluruz kulaklarımız doldukça.. unutulmaz bir acı yaşamadan ne aklımız, ne yüreğimiz zamanın gerçekliğini, varlığımızın gerçekliğini hissetmez.. avare ruhlar gibi salınırken bir şeyin yüreğimizi kıskıvrak yakalaması, ezmesi gerekir gerçek olduğumuzu anlamamız için.. oysa zaman geri dönmez, yaşananlar yaşanmış, devam eden bitmiş, rahatlıkla umursamazken giden gitmiştir.. son nefes güneşli, pırıltılı göğe doğru yükselirken hiçliğin derinleri alacağını almış.. bir varmış bir yokmuş.. erken, acele, beceriksiz vedalar ısıtmaz ki insanın yüreğini.. yeterince yaşanmamıştır eylem, yeterince uğraşılmamıştır, yeterince çabalamamışsınızdır.. işte yaşamak sarhoşluk, ölüm ayılma zamanı.. yoklukta açılan bilincin esrik, sorumsuz hallerine dönmesi için unuturuz.. çok güzel unuturuz biz.. bir dahaki gerçek acıya kadar da böylece yaşamasını biliriz.. kimin bahanesi yok ki.. kütür kütür küfrediyor gece imanıma, bir sevgili kırılıp suya düşüyor, su yaralanıyor.. bir varmış bir yokmuş diyor babam.. hiç geri gelmeyeceğini bilmekten ağlıyorum, unutmak çirkef bir mahalle orospusu, hemen koynuna alıyor acımı..

Hayaller ve Memleketin Orta Sol Kanadı

bugün biraz yılgınım, süslemeden hemen konuya giriyorum..

markus 'olası benlik' (possible self) kavramını ortaya attığında, psikolojide önemli bir gelişme oldu ve gelecek, şu an yaşanan kişisel deneyimlerin organik bir parçası oldu.. beklentiler, umutlar, bi dünya şey zaten çalışılmaktaydı elbet, ama benlik sisteminin bir parçası olarak geleceğin işlevi tartışılmamıştı pek..

neydi olası benlik, en basit tanımı ile olmak istenilen 'ben'.. o ben gerçekleşmeden ona göre davranmak, onun olması için bugüne ait psikolojik, sosyal dünyayı düzenlemek vs.. kulağa basit geliyor biliyorum, hatta bu bilimadamlarının işi dünyayı karmaşıklaştırmak gibi.. ama değil, geçmiş deneyim, aktarım ve değerler gibi pek çok şeyle beraber düşünüldüğünde, üstüne günün ihtiyaçları, beklentileri ile birlikte benliğin işleyişinin oldukça karmaşık olduğu görülebilir..

sonra carver isimli bir başka bilimadamı duygularla ilgili duyduğum en ilginç açıklamayı yaptı ve dedi ki aslında duygular işte bu "ideal benlik"le "o anki benlik" arasındaki uzaklık değerlendirildiği zamanlarda ortaya çıkan tepkidir.. ideal benliğin değerlendirme mevzusu olmuş kısmına ne kadar yakınsak sevgi, mutluluk, huzur vs, ne kadar uzaksak acı, hayalkırıklığı, öfke vs yaşanıyordu..

türkiyenin zavallı orta sınıfı.. hani o gelişmiş zevkleri ile mutfağını ankastre döşemek isteyip de asla alamayacak olanlar.. bi de bunların arasında barış, kültür, insanlık, doğa gibi konuları kendilerine dert edinmiş daha zavallıları.. bu bahsedilen ideal benlikleri gerçeklikten uzak, hayalperest insanlar toplamı.. kızıyorlar size, yılgınsınız, yorgun ve tekerleme-şekerleme arası insanlarsınız diye..

hayal kurmadan yaşayamayanlardanım ya, işte bazen kurt kapanı gibi hayaller.. şimdi ne der deli doktorları, gerçekçi olmayan hayaller sağlıksız tabi.. gerçekçi hayalleri düşünüyorum, şöyle mi düşünmeli orta sol kanat, hımmmm barış imkansız ama cep telefonumu değiştirip bi üst modelini alabilirim.. hayalimdeki insan şu yeni çıkan eşek ölüsü büyüklüğünde bilgisayardan bozma cep telefonlarından birini geçen televizyona çıkan kavuklu lavuğa takıyordu.. kendimi hala sağlıklı hissetmiyorum doktor bey..

Pervane Adam

Sabahın gecenin yere değen uçlarında sütün üzerinde biriken kaymak gibi ışıdığı bir saatte dünyaya geldi. Dünyaya gelişi ile ilgili söylenebilecek en süslü sözler de bunlardı, çünkü doğduğu andan itibaren ailesi ve tanışacağı diğer önemli insanlar için sadece bir hayalkırıklığı olacaktı.

Annesi kucağına aldığında, şekilsizliğine dudaklarını büzüp, ismi ne olacak bu şeyin diyebildi, bebek diyemeyerek. Yıllar sonra babasına sorduğunda, onu görür görmez aklından ilk geçen şeyi, babası “karıyı boşamak” deyip sırıttı. Yaz günüydü, kafasının üzerindeki pervaneyi çalıştırdı dişlerini sıkıp, o yoruldukça babası yetinmiyor, boynunu uzatıyor, gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Bir sıkımlık kuvveti tükenince babası “klima almak lazım, klima” diyerek sövüp uzaklaştı yanından.

Okulda başını oynattıkça arkadaşlarının defterleri, öğretmenlerin sınav kağıtları uçuştuğundan orada da sevilmedi. İlk kız arkadaşı ona çok havalı olduğunu, ilk ev sahibi çok gürültü yaptığını söyledi. Pervanelerinin uzun kanatları hem görüşünü, hem hareketini engellediğinden memur, mühendis ya da doktor olamadı. Yaşıtlarının oyun kartlarını dağıttığı, içtiklerinde başlarını döndürdüğü için arkadaş edinemedi. Tam vazgeçecekti, dördüncü sınıf lokantanın pis kokan sahibi havalandırmayı ucuza getirmek için onu işe aldı. Kafası bütün gün döndüğünden hiç düşünemedi, belki de bu yüzden pek çoğumuzdan daha mutlu yaşadı. Son rüyasında bir uçak olduğunu gördü.

Başladım yürümeye.. bir de baktım yine baştayım..

Bazı fikirlerim var bu konuda.. ama hepsi aynı mesafeden dil çıkarıyorlar, çözemiyorum..

Hani böyle arayan insanların başına geliyor hep ya da bir gün bam diye ne yapıyorum lan ben diye aydınlananların..

Koşuyorsun koşuyorsun, bir didinme bin uğraş belki bir şeylerle sonuçlanıyor belki hiçbir yere varmayan bir yolda pandomim yaparcasına etkisiz salınıyor hareketlerin.. ama hep aynı, denizin dibinden başını dışarı çıkarıyorsun, bir boşluk duygusu midene sancı olup oturuyor.. nedir anlamsızlığı yaratan, neden insan böyle garip böyle soyut böyle içeriği kendinden bile gizli bir duygu hisseder.. hangi bilişsel yolculuklar böyle ağır bir duyguya çıkar.. anlayamıyorum ben.. hani varoluşçuların kendini gerçekleme aşaması mıdır tökezlediğimiz basamak.. ama ihtiyaçlar hiyerarşisinde bahsedilen son aşamada kendini gerçekleme için çocuk yapmak bile örnek verilir.. neslin devamı sağlanmıştır, kendini gerçekleyen genlerin kölesi neden hala mutlu değildir kendisiyle..

Orta sınıfların sorunu olunca genelde, bildiklerinle yaşayabileceklerin arasındaki uçurumdur o duygu diyesim gelir hep.. ama bu çatışmanın ortasında duran şairler ve nice yazar parayı üstüne şöhreti de bulsa yine aynı duygunun önünde patinaj yapıyor hep.. bir şey eksik, ne eksik bilen yok..

Hani acaba öğrenilmiş çaresizlik midir derdimiz de kapı ordayken açmıyoruz.. yadsıyoruz varlığını, kapı orda hiç yokmuş gibi yaşayan gizli platoncular mı oluyoruz.. bir kapının ardında gerçekten bir cevap bekliyor mu gerçekten merak ediyorum..

Bir cevap olmadığına ikna olunca belki diyorum efkardır, arabesk ve melankoli karışımı duygu kültürümüzdür sebep.. acıların çocuğu üretse de, cesaret bulup yaşasa da mutluluğu, bütünlük duygusunu çok görmektedir kendine.. ama içimizdeki o o. çocuğu ile okurken tek bir kelimesine kıyamayacağınız ama kendileri kendilerine kıyan avrupalı yazarlar arasındaki akrabalık nedendir..

Hoş bazen şüphe ediyorum o akrabalıktan da.. belki bizimki asla yetişkin olmamıza izin vermeyen bir toplumun kurbanı olmaktır da onların ki koca dünyada yalnız olmakla ilgili bir şeydir.. düşününce annesi, babası, kardeşleri, birincil derecede akrabaları, komşusu, iş arkadaşları, arkadaşları ve onların eşleri, ilkokul öğretmeninden iş yerindeki amire bir sürü bir sürü insan en genelden en özele hayatımızı ilgilendiren tüm başlıklarda söz söylemeye hak sahibi ise .ok gibi hissediyorsun tabi.. çoğumuza musallat olan küçük kasaba hayallerinin daha iyi bir açıklaması olur mu.. ama işte, yok tek başına açıklamıyor.. öyle bir duygu ki insanın kendisiyle ilgili, kendi kendine hesaplaşmasından çıkıyor..

Hep Çocuk Kalan Çocuklar

yeliz 19 yaşında (zeka yaşı 3), spastik, kol ve bacak kontrolü zayıf.. konuşmuyor, tuvalete gidemiyor.. kendisi de hafif zihinsel engelli olan anne, gülcan hanım soruyor:

- çevremdeki herkes kısırlaştırmamı söylüyor.. ama o benim güneşim.. anlamıyorum.. yanlış mı yapıyorum, sizce kısırlaştırmam mı gerekiyor?

ufuk 10 yaşında, otistik.. konuşmuyor.. evinin resmini çizmesi isteniyor (aile ilişkilerini değerlendirmek üzere).. tek kardeş.. resimdeki tek çocuk resmi tüm nesnelerden uzakta köşeye yakın.. "bu ufuk mu yoksa, ne kadar da güzelmiş ufuk" denildiğinde ufuk pastel boya kutusundan siyah boyayı alıp çocuk yok oluncaya kadar üzerini boyuyor..

sevda 17 yaşında (6 yaş).. masallar yazıyor, drama ve müzikte yetenekli.. nasıl bir hayat istiyorsun denildiğinde, üniversitede psikoloji bölümünü okumak istediğini söylüyor..

sinan, 13 yaşında.. epilepsi.. son 5 yıldır nöbet geçirmiyor.. akademik gelişimi normal gelişim gösteren çocuklara yakın.. yakın zamanda geçirdiği krizde 3 yıl içerisinde öğrendiği tüm bilgiler belleğinden silindi..

yılmaz, 17 yaşında (10 yaş).. sevgilim olsun istiyorum dediğinde soruluyor, neden bir sevgilin olsun istiyorsun? cevap veriyor:

- onunla gezmek, dolaşmak, eğlenmek istiyorum.. ama en çok bir şeyler paylaşmak istiyorum.. hayatımda konuşabileceğim birisi olsun istiyorum..

Sevcilü cünlük

sıyırmak içten değil.. sıyıracağım önce yastığın kılıfını, sonra beyin zarımı, sonra da hepsini iç içe koyup tükürük bezlerimle beraber yutacağım geliyo.. hani uyku zamanı çağrışımları ile karışık olunca küfür bile aklı selim değil.. öfke önce zınk diye adamı kendine getiriyo, ama sonra o kara dötlü öküze dönüşmese olmaz sanki.. hiçbir şey yolunda gitmiyor, ama ben hiçbir şeyin yolunda gitmek gibi bir zorunluluğu olmamasına bozuluyorum.. bozuluyorum hakkaten, neden bi matematiği yok, neden her şey haddini bilmez.. hani çapraşık bi sürü eğilimiyle hayattaki tüm harekete bakıp bi düzen, bi denge, bi iyi bişey arayışındaki obsessif bi cerrah gibi elinizde neşterle neyi keseceğinizi aklınız kesmiyosa içinizdeki sesi keseceksiniz.. heyyt be diye başlayıp aman sen de diyeceksiniz.. diyorum, amaaaan yemişim düzeni de dengeyi de.. hayat güzel beyaa..

Teneke Kadın

Bir varmış bir yokmuş.. Ülkenin birinde her şeyi tenekeden bir kadın yaşarmış.. Hiçbir şikayeti yokmuş, gıcırdamasından başka.. Öz olacak değil ya, üvey ailesinin yanında klasik bir merdiven cilalayarak bir patates yemeği yaparak, işi sürekli başından aşkın yaşayıp gidiyormuş.. Kafası guguklu saate benzediğinden herhalde, hayal kurmazmış teneke kadın, ondan derdi de çok yokmuş..

Ama gün gelmiş, tüm ülkeye kraliyetten bir duyuru yapılmış.. Ülkenin prensi evleneceği güzel kadını bulmak için tarihin en büyük balolarından birisini düzenlemekteymiş.. Teneke kadının aldığı ilk davet olduğundan olsa gerek, heyecanla hayaller kurmaya başlamış.. Büyük gün geldiğinde üvey ablaları gider gitmez bizim teneke kadın da gizlice saraya doğru yola çıkmış..

Sarayın bahçesi uzaktan ışıl ışıl fenerleriyle cennetten çıkma bir rüya gibi görünüyormuş.. Adımını bahçeden içeri attığında her şeyin ve herkesin böylesine güzel olması başını döndürmüş, başı dönünce de şangır şungur yere düşmüş.. Balodaki herkes teneke kadına nihahaha diye kahkahalarla gülmeye başlayınca gacır gucur kalkıp gözlerinden gres yağı fışkırarak arkasına bakmadan kaçmış.. Koşarken üvey ablalarından biri çelme takınca ayaklarından biri kablo ve kaynaklarından kurtulup uçuvermiş.. Bizim teneke kadın da mecbur seke seke cıyaklayan sesler eşliğinde karanlıkta kaybolmuş..

Kalabalığın ortasında bıraktığı paslı ayağını yerden alan yakışıklı estetik cerrah havada sallayarak “Maalesef bilim bu çirkinliğe çözüm bulmakta çaresizdir” deyince hep birlikte gülüp eğlencelerine kaldıkları yerden devam etmişler.. Kırk gün kırk gece çalıp dans etmişler.. Teneke kadınınsa hala bir yerlerde sekerek hayal kurmadığı zamanlara dönmeye çalıştığı rivayet edilmektedir..

Sihirli Sözcük: Kontrol Etmek

kontör miktarını, cevapsız aramaları, hesaplarını,kredi kartının son ödeme tarihini, sınav sonuçlarını, öfkeyi, ilişkinizin gidişatını, stresi, kişisel gelişiminizi, mailleri, posta kutusunu, mesaj kutusunu, saati, ilacın kaç saatte içileceğini, içmeye kaç saat kaldığını, otobüs saatlerini, dolmuş saatlerini, son metro saatini, direksiyonu kontrol edemeyen sürücü bariyerlere çarptı, salatalığa, taze fasulyeye gelen zammı, enflasyon oranını, evet hayır oranlarını, ramazan bayramına kaç gün kaldığını kontrol etmek, geleceğini siz belirleyinlemek, okul hayatını, iş hayatını adam etmek, adam olmak, kontrol etmek, kontrolsüz güç güç değildir, sigorta yaptırmak, sağlık sistemindeki son değişikliklere, tbmmden, yökten, ösymden çıkan kararname, duyuru ve yönetmeliklere bakmak, durumunu gözden geçirmek, kontrol etmek, evde şampuan mı, domates mi, ekmek mi, sigara mı, bitti mi çarşıya çıkmadan önce kontrol etmek, windowsun kontrolünü elinize alın, evden çıkarken, arabadan inerken kapıyı kilitledim mi, ışık, su, bilgisayar, ütü, televizyon açık kaldı mı, kontrol etmedim hay anasını, geri dönüp kontrol etmek, ithal sığırlar kontrol ediliyor mu, seni kim kontrol etti peki gerizekalı, yeni çıkan kitapları, filmleri, müzikleri, arada kaçırdığın kitapları, filmleri, müzikleri ve bi dünya sanatsal, düşünsel olayı googlelamak, aman geri kalmayım kontrol edesürmek, sokağın ortasında soyunan deli polis kuvvetlerince kontrol altına alındı, tarihsel-evrimsel görevimiz doğayı çevreyi kontrol etmek, kedinin maması, suyu, kuşların ekmeği, suyu bitmiş mi, bekçi köpeklere eziyet ediyor mu kontrol etmek, gümüş uzaktan kumanda kontrol sistemleri 25 tl, makyajım mı aktı, fermuarım mı açık kaldı, rusyada kontrolsüz toplu seks şebekesi ortalığı karıştırdı, kontrollüsü kontrolsüzü varmış öğrendik, yatay dikey gıdı göbek nasıl görünüyor kontrol etmek, çöp yığını, orman yangını, tansiyon, mühendislik (bunun için özel kontrol mühendisliği icat edilmiştir) kontrol altına alındı, söylediklerimi, söylediklerini, etkilerini, söyleyenmeyenleri, etkilerini gözlemek, kontrol etmek.. hiçbir şeyi kontrol edemiyorum dr. erol bey, arızalıyım, arızayım, eylemlerim uzun bi vakte kadar hükümsüzdür..